VERA

Vera, el çekmek, günahlardan ve şüpheli şeylerden uzak durmak gibi anlamlara gelir. Harama düşmemek için, haram veya helâl olduğu belli olmayan şüpheli şeylerden sakınmaya da verâ denir.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de Elbiseni temiz tut.” [1] buyurmuştur. Katade ve Mûcahid, bu ayetteki elbiseyi temizleme emrini, nefsi günahlardan temizleme olarak açıklamışlardır. Elbise nefisten kinayedir.  İbrahim Nehai, Dahhak, Zühri  ve diğer  muhakkik müfessirlerden bir grup da bu görüştedir. Araplar bir adamın sadakatini ve ahde vefasını anlatmak için ‘temiz elbiseli’ deyimini kullanırlar. Sözünde durmayan, zâlim, facir kimse için de ‘kirli elbiseli’ derler. Übeyy b. Ka’b bu ayetin tefsirinde gadr, zulüm ve günah üstüne elbise giyme, tertemiz iken elbise giy demiş, Said ibn Cübeyr de kalbini ve evini temiz tut, Hasan ve Muhammed ibn Ka’b el-Kurazzi ahlâkını güzelleştir demiştir.  Su nasıl elbisenin kirini, pisliğini temizlerse vera da kalbin kirini ve pisliğini temizler. Elbise ve kalp arsındaki ilgi açıktır.

İkisi arasındaki yakın ilgiden dolayı rüyada elbise görmek kalbe ve hale delâlet eder. Biri diğerini etkiler.

“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri bırakması güzel Müslüman olduğunun kanıtlarındandır.” [2] hadisi vera’nın tanımını çok güzel bir şekilde vermiştir. Bu hadis kişiyi ilgilendirmeyen her türlü söz, bakma, dinleme, tutma, yürüme, düşünme ve diğer açık veya gizli bütün düşünce ve eylemleri bırakmayı içine alır. Ebu Hureyre’nin naklettiği şu hadis konuyu dahi iyi açıklar mahiyettedir: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki;  Ey Ebu Hureyre, verâ sahibi ol (harama düşme şüphesi olan şeylerden de kaçın) ki insanların Allah'a en iyi kulluk edeni olasın! Kanaatkârlığı esas al ki insanların Allah'a en iyi şükredeni olasın. Nefsin için sevdiğini insanlar için de sev ki (kâmil) mü'min olasın. Sana komşu olanlara iyi komşuluk et ki (kâmil bir) Müslüman olasın. Gülmeyi az yap, zira çok gülmek kalbi öldürür.[3]

İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Dünyâda fe­lâketlerden, âhirette Cehennem'den, ateşte yanmaktan kurtulmak için iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, yasaklardan sakınmak yani verâ ve takvâdır.” demiştir. Bundan sonra da şu açıklamayı yapmıştır: “Verâ ve takvayı tam yapabilmek için, mübahları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret miktarını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de, kulluk vazifelerini ya­pabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Bir insan, mubah, yani dinîn izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, mubahları aşırı derecede iş­lerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara ya­kındır. İnsan, bir gün harama düşebilir." [4]

Büyük âlimlerden bazısı bu­yurdu ki; Bir kimse, şu on şeyi, kendine farz bilmedikçe, tam verâ sahibi olamaz: Gıybet etmemeli. Müminlere sû-i zan etmemeli, kötü bilmemeli. Kimse ile alay etmemeli. Yabancı kadınlara, kızlara bakmamalı. Doğru söylemeli. Kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın kendisine yaptığı ihsanları, nîmetleri düşünmeli. Malını helâl yere harcamalı, haramlara vermemeli.

Nefsi, keyfi için, mevki, makam istemeyip, buraları insanlara hizmet yeri bilmeli. Beş vakit namazı vaktinde kılmayı birinci vazife bil­meli. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği iman ve işleri iyi öğrenip, kendini bunlara uydurmalı.

Mutasavvıflara göre vera, Allah’tan başka her şeyden el çekmek ve uzak durmaktır. Horasan alimleri de vera’yı şehvetleri ve kuşkulu şeyleri terk etmek olarak tarif etmişlerdir.

İbrahim bin Ethem ise vera’yı her şüpheliyi bırakmak diye söylemiş ve seni ilgilendirmeyen şeyleri (malayaniyi) terk etmen, fazlalıkları da  (gereksiz şeyleri) bırakmandır demiştir.

Şibli’ye göre vera Allah’tan başka her şeyden uzak durmaktır.

İshak İbn Halef’in bu konudaki yorumu da şudur; konuşmada vera altın ve gümüşte vera’dan (dünya malından el çekmekten) daha zordur. Başkanlıktan zühd(el çekmek) altın ve gümüşten zühdden daha zordur.  Çünkü başkanlığı kazanmak için altın, gümüşü harcarsın.

Ebu Süleyman ed-Dârâni; Nasıl kanaat rızanın bir ucu ise vera da zühdün başıdır demiştir.      

Yahya b. Muaz ise daha kapsamlı bir yaklaşımda bulunarak vera’yı açıklamıştır; Vera, sapmadan ilmin sınırında durmaktır ve ikiye ayrılır: Zahirde vera, bâtında vera. Zahirde vera; Yalnız Allah için hareket etmek, bâtında vera; kalbine Allah’tan başkasının girmesine engel olmaktır. Vera’nın inceliklerine dikkat etmeyen, yüce bağışlara eremez.

Yunus b. Ubeyd’e göre ise vera, her şüpheden çıkmak ve her an nefsi hesaba çekmektir.

Sehl b. Abdillâh da şöyle demiştir; Helâl, Allah’a isyan edilmeyen şeydir. Helâlin en safı da Allah’ın unutulmadığı şeydir. Vera’ı olmayan, filin başını yer, yine doymaz.

Hasan Basrî Mekke’ye gittiği bir zamanda  Hz.Ali evlâdından bir gencin, sırtı Ka’be’ye dayalı vaziyette halka va’z ettiğini gördü. Yanına vardı:

-   Dinin özü nedir? diye sordu. Genç:

-   Veradır, dedi. Hasan:

-    Dini âfeti nedir? dedi. Genç:

-    Tamahtır, dedi.

Hasan Basrî gencin zekâsına hayran oldu ve zerre miktarı vera, bin miskal oruç ve namazdan iyidir dedi.   

Ebû Hüreyre (r.a.); Yarın Allah’ın yanında oturacak olanlar, vera ve zühd sahipleridir diye beyan etmiştir.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) takvâ ve verâda kemâl derecesindeydi. Haramlardan ve şüphelilerden şiddetle kaçınır, her sözünün ve her işinin Allahü teâlânın rızâsına uygun olmasına çalışırdı ve buyururdu ki; Gençliğini, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymayarak geçiren kimseyi, Allahü teâlâ da ihtiyarladığında zelîl eder. [5]

Evliyanın büyüklerinden ve kendilerine ‘Silsile-i aliyye’ denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendi eshâbına ve talebelerine nasîhatları şöyledir; Takvânın ve verânın, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmanın yolu, Resûlullah efendimize mütâbeat yâni tam uymak ve onun bildirdiklerini candan ka­bûl etmektir. Kendi hâlinizi, Kitab ve sünnette bildirilen hususlar ile kar­şılaştırınız. Eğer hâliniz, Kitab ve sünnette bildirilen hususlara yâni dînin emirlerine uygun ise makbûldür. Uygun değilse merdûddur, reddedilecekdir. Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere olmak lâzımdır. [6]

Dokuzuncu yüzyıldaki hadis âlimlerinin meşhûrlarıdan Abdullah bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, birisi ‘Bana nasîhat et.’ dedi. Bunun üzerine, o zâta dönerek; Verâ, şüphelilerden sakınmak çok kıymetli bir haslettir. İnsanın kalbinde verânın bulunması, bütün dünyaya bedeldir. Onun için, bir şey şüpheli ise ondan sakın. Yoksa ha­ram işlersin diye söyledi. [7]

Mısır evliyâsından Ali bin Şihâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) verâ sâ­hibi idi. Şüphelilerden çok sakınırdı. Değirmene gittiğinde, kendisinden önce un öğütülmüş ise, taşı kaldırır, başkalarının un kalıntılarını temizler, bunları toplayıp hamur yapar, sonra hayvanlara verirdi. Daha sonra kendi buğdayını öğütürdü. Başkalarına âit tarlanın otundan ve ekininden beslenmiş olmaları ihtimâliyle, vefâtına kadar, ekini ve otu bol olan yer­lerde otlayan hayvanların etinden yemedi. Çok verâ sahibi olması sebe­biyle, arının yaptığı balı da yemezdi. Sebebini soranlara; "Bahçe sahiple­rini, bahçelerindeki şeftâli, zerdâli v.s. ağaçlarından arıları kovarken gör­düm. Onların çiçeklerinden alıp yemelerine müsade etmiyorlar. Allahü teâlâ, başkalarının rızâsı olmadan, onların arâzisinde, inek otlatmayı ha­ram kıldı. Hem rızâları dışında ineği otlatacaksın, hem de sütünü sağıp içeceksin, böyle şey olmaz." buyurdu. Kendisine getirilen hediyeleri dul ve yetimlere dağıtırdı. [8]

 

 

 

 

 

 



[1] Müddesir 74 / 4

[2] Tirmizî, Zühd 34

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 17/590.

[4] Evliyalar Ansiklopedisi, c.1, s.24

[5] İslam Kültürü Ansiklopedisi, c.6

[6] A.g.e

[7] A.g.e.

[8] A.g.e.