VECD

‘Bulma, var olma, hâsıl olma, buluş, kulun herhangi kastı ve çabası olmadan, onun kalbine tesadüf eden şey (ilham, his, feyiz, vârid)’ anlamında bir tasavvuf ıstılahı.

Tasavvufta vecd kelimesinin birçok manası vardır. ‘Salikin dini his ve heyecanı ile yaşadığı mistik hal’ “vecd” sözü ile ifade edilir. Dinin bir bilgi (zahir, şeriat) yönü, bir de his ve heyecan (yaşama, hal) yönü vardır. En küçük dini his ve heyecanlara da “vecd” denilmekle beraber, bu tabir daha ziyade şuur ve bilgi haline galip olan dini his ve heyecanları ifade etmek için kullanılır. Vecd, zorlama ve yapmacık olmaksızın kalbe gelen şeydir. Bir başka deyişle kast ve tekellüfsüz olarak kalbe gelen feyz ve tecellidir. O, kalpte şimşek gibi parlayıp sonra aniden sönen parıltılardır. [1]

En genel anlamıyla, ‘ilâhi aşkın doğurduğu heyecan haline’ denir.

"Dağları yerinde hareketsiz olarak görürsün, halbuki onlar, bulut gibi gelip gitmede ve dönmededir."  [2]

İbn Arabî’ye göre vecd, kalpten perdenin kalkması, sonra Hakk’ın müşahede edilmesi ve gaybin mülahazasıdır. [3]

Tasavvufta bazen 'zevk' de denilen vecd hali bütün sûfilerde görülür. Batı dillerinde vecd karşılığı kullanılan 'ecstase' kelimesi, aslında, 'kendinden dışarı çıkma' demektir ve çok eski bir kökü vardır. Geniş anlamda söylenecek olursa, havf-reca, üns-heybet, galebe- huzur, gaybet- suhûd, cem-fark, sekr- tecelli, sekr- sahv, fenâ-bekâ vs. gibi mistik haller birer vecd hâdisesidir.

İmam Malik (r a), Rasûlullah (s.a.v) ile aynileşmenin vecdi içinde yaşadı. Medine-i Münevvere' de hayvan üzerine binmedi. Def'-i hacete çıkmadı. Ravza' da imam iken hep kısık sesle konuştu Devrin halifesi Ebû Cafer Mansur yüksek sesle konuşunca; "Ya Halîfe! Bu mekanda sesini kıs. Allah'ın (c.c.) ihtarı senden çok faziletli insanlar üzerine indi" diyerek şu ayeti okudu: "Ey îman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamberle yüksek sesle konuşmayın, yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir." [4]

Yine İmam Malik Hazretleri, kendisine zulmeden Medine valisine hakkını helal etmiş. 'Mahşerde Rasûlullah (sav) torunu olan bir zata davacı olmaktan hayâ ederim' buyurmuştur. Üstad Es'ad Erbili Hazretleri Rasûlullah'a (sav) olan ateşi içinde yanışını ne güzel takdim eder 'Ne mümkün bunca ateşle şehid-i ışkı gasil etmek,

Cesed ateş kefen ateş hem ab-ı hoş-guvar ateş.'

(Bu kadar ateşle aşk şehîdini yıkamak mümkün mü? Ceset ateş, kefen ateş, şehîdi yıkayacak hoş tatlı su dahî ateş kesilmiş)

Vecd, karşılaşma, yüz yüze gelme, buluşmadır. Kalbin karşılaştığı hüzün ve neşe gibi şeylerin hepsi birer vecddir. Vecd, Hakk’tan gelen mükâşefeler tecellilerdir.

Vecd, daha çok, kendinden geçme (istiğrak) manasında kullanılmaktadır. Bu anlamda vecd bir sır olup, tarifi mümkün değildir; ancak yaşamakla öğrenilir.

Hz. Peygamber (s.a.), Kur'an'ı başkalarından dinlemekten hoşlanır, hatta Kur'an dinlerken vecde gelir, gözlerinden yaşlar boşanır, rûhânî bir hazzı yaşardı. Nitekim bir gün ashâbının güzel sesli hâfızlarından Abdullah b. Mes'ûd'a Kur'an okutmuştu. İbn Mes'ûd, Nisâ sûresini okuyordu. Nihayet "Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz ve seni de onlara şâhid gösterdiğimiz zaman hâlleri nice olacak" [5] ayetine geldiğinde Hz. Peygamber (s.a.) gözlerinden yaşlar boşanarak "yeter" buyurmuştu. [6]

İbn Adî ve Beyhâkî'den gelen bir başka rivâyette ise: "Hiç şüphesiz bizim nezdimizde onlar için hazırlanmış boyunduruklar, yakıcı bir ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azap vardır." [7] âyetini okuduğunda Allah Rasûlü'nün sayha edip yere düştüğü belirtilmektedir. Rasûl-i Ekrem, rahmet ve duâ âyetlerini okuyunca sevinir, azâb ve cehennemle ilgili âyetleri okuyunca üzülürdü. Kur'an'da, bu tür sevgi, coşku ve korku dolayısıyla hissedilen ruhanî vecdin tezâhürü olan ürperti şeklindeki hâller övülmektedir: "Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar." [8]

Bu tür ruh hâllerinin tezâhürüne ashâb-ı kirâmda da rastlamak mümkündür. Tasavvuftaki aşk, cezbe ve vecd diye isimlendirilen rûh hâlleri, bu rûhânî hayattan kaynaklanmaktadır.

Vecd’in çoğulu “mevacid”tir. Vecde gelene de “vacid” denir, vecdin basit şekli “tevâcüd”, en mükemmel şekli ise “vücud”dur. Sûfi Allah’ı temâşa etmek arzusuyla tutuşarak kendinden geçer. Onu bu hali “vecd”dir. Vecdin sonunda aradığını bulması ise “vücûd” tabiriyle ifade edilmektedir. Bunlardan yakından ilgili bulunan “tevâcid” tabiri ise, insanın kendisini zorlayarak (zikir veya diğer hareketlerle) vecdi araması demektir. Tevâcüdde vecd; içten olmayıp dış vasıtalarla sağlandığı için bir çeşit gösteri mahiyetindedir. Bu yüzden onun ki, bir ve gurur verdiği (çünkü başkaları görmektedir) söylenerek pek hoş görülmez.

Vecd iki türlüdür:

1-   Mülk vecdi: Saliki bulan ve ona hâkim olan vecddir.

2-   Likâ vecdi: Salikin bulunduğu vecddir.

Vecd buluş, aklı kaybediştir. Bunlar iki ruh halidir; biri gelince öbürü gider. Bir mutasavvıf “Rabbimi bulunca kalbimi (kendimi), kalbimi bulunca Rabbimi kaybediyorum” demiştir. Vecd halinde ilim ve şuur olmaz; ilim ve şuur olunca da vecd olmaz. [9] 

Sûfî hakikati gördüğü zaman onun görüşü özel bir halde özel bir idrak olayıdır; bu hal insanın normal şuur hali değildir, idraki de anlaşılan cinsten (duyu organlarıyla) bir idrak değildir.

Zevk veya vecd, sûfînin zihnini her türlü dünyevi şeyden tamamen ayırıp, onu bomboş ve tertemiz bir hale getirdiği zaman, oranın aydınlanması ve tıpkı Peygambere gelen hakikat gibi bir takım hakikatlerin oraya aksetmesidir.

İnsan tam bir zühd ve iman ile kalbini bu ilhama hazırlar; ilhamın muhtevası ise inanç kokusu olan şeylerin doğrudan doğruya kavranarak bilgi haline gelmesidir.

Vecd, arayan ile aranan arasında bir sırdır ki, ancak ilham ile ortaya çıkabilir.

Vecd, gaye olmaktan ziyade vasıta değeri taşır. Yani tasavvufi hayatın gayesi vecd değildir, vecdin götürdüğü yerdir.

Vecdin son noktası genellikle “tevhid” kavramıyla ifade edilir, fakat tevhid (birleşme) farklı manalarda anlaşılmaktadır. Bundan hulûl, vusûl, ittihad manalarını çıkaranlar genellikle Sünnî itikattaki sûfîler tarafından reddedebilirler.

Tevhid’den maksat Allah’la birleşmek değil, onun birliğini bilmektir. Mamafih vecd yoluyla ulaşılan bu bilgi, insanın kendi benliğinden ve dolayısıyla dünyadan tamamen sıyrılması sonucunda Allah’tan başka hiçbir varlık hissi almayışıdır. Böylece bütün varlık sahnesine Allah hâkim olur ve O, birdir. Vecdin götürdüğü bu birlik sayesinde mutlak varlık ferdi varlığa galebe çalar. Bu durumda Allah’ın galebesi insanın kendi melekelerini kullanmaktan mahrum bırakır; öyle ki yapan eden artık insan değildir. Bu sûfiyi sorumlu tutmazlar. Ancak İslam şeriatına bağlı âlimler, bu gibi durumlarda küfrü gerektiren sözler söyleyenlerin kâfir olduklarını bildirmişlerdir. 

Tevhidin bir vecd ve duygu işi olduğunu ise şu anlatımda görmek mümkündür; 'Kulun kalben vecd ile Allah ile kaim olduğunun bilmesi üzerinde hakkın idari tasarrufu ile kudret ahkâmının cari bulunduğunu kavraması, tevhid deryasında nefsinden fanî olması, hislerinin gitmesiyle Halik'tan olan isteklerinde yine Hakk ile kaim olduğunu anlaması ve yaratılmadan önceki haline dönmesidir. Bir başka ifade ile kulun üzerinde ilahi ahkâmın ve Rabbani iradenin cari olmasıdır. '

Tasavvufta 'tevhid' anlayışı zaman zaman fena kavramı ile de ifade edilmiştir. Tevhid: Hakikat hükmü gereği olan fena ile Hakk'ın dışındaki her şeyden fani ve sadece Hakk ile baki, olmaktır. Yani kulun fena bulması, Hakk'a tazim ve O'nu zikirle nefsinden ve kalbinden fani olması demektir. Çünkü gerçek tevhid akılları şaşkına çevirip dehşete düşüren şeydir.

Böyle bir tevhide eren kişi, kalbinde azamet ve heybeti ilahiyye ile vecde ermiş ve bu sûretle dehşet ve hayret içre kalmıştır. Ancak Allah'ın ayaklarını kaymaktan koruduğu kimseler hayret ve dehşetten kurtulur. [10]

Ebû Said Harraz vecd ile ilm-i tevhide ererek tahkik erbabından olanların ilk makamının kalplerden eşya ile ilgili hatıraların fani olup yalnız Allah duygusunun baki kalması olduğunu belirtir. Yine ona göre tevhidin ilk alameti kulun her şeyden geçerek bütün eşyayı gerçek sahip ve mütevellisine bırakmasıdır. Kalpten eşyanın izinin fani olması ve zikri ilahinin kalb üzerine galebe çalması, sûretiyle kalpten masivanın gidip yerini zikr-i ilahinin alması demektir. Her şeyden geçmenin manası kulun kendine bir şey izafe etmeden, eşyayı kendisi ile değil, Allah ile kaim görmesidir.

Bununla birlikte vecdin inananı mutlaka ilahi bir âleme götürmediği, vecd sarhoşluğu içinde pekâla ilhamların da alınabileceği kabul edilmektedir. O takdirde neyin ilahi, neyin şeytanî olduğunu tayininde Kuran ve Sünnet rehber olacaktır. Kuran ve sünnetin şehadet etmediği her türlü vecd batıldır. Bu durumda mürşidin kontrolü de önemlidir.

Ayrıca vecd halinde iyiyi kötüden ayırt edemeyen insanın marifet sayesinde emniyette olabilir. Bir kimsede ilim hissiyâta galip gelince, o kimse Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde kalır. Ama hissiyâtı ilmine galip gelen kimse teklifin dışına çıkmış olur. Bunların yanı sıra, mutasavvıfın ayırabilmek için vecdin metodu, muhtevası ve neticesi üzerinde tahlillerde bulunmak gerekmektedir. Vecd, bir hastanın doktorunu araması gibi bir güven ve itmi’nan vasıtası (bir hipnoz olayı) değildir. Vecd hadisesi psikolojik bakından bir iç gözlem (tefahhus-i derûnî) demektir, ancak bu iç gözlem belli bir rûhi hale vardıktan sonra yapılmaktadır. Bu rûhi hale hâkim olan şey ise iman ve itikattır. 

Ebu Ümame (radıyallahu anh)'nin rivayet ettiğine göre Peygamber (sallallahu aleyhi ve selem) şöyle buyurmuştur: "Allah katında hiç bir şey, iki damla ve iki izden daha sevimli değildir: İki damla; Allah korkusuyla akıtılan gözyaşı damlası ve Allah yolunda dökülen kan damlası. İki iz ise; Allah yolunda çarpışmaktan kalan cihad izi ve Allah'ın emrettiği farzlardan birini yerine getirmekten kalan ibadet izidir" [11]

Hadisimiz, netice itibariyle mü'minlerin dikkatini iki noktaya çekmekte ve makbuliyet için iki noktadan birinde bulunmaya çağırmaktadır: İbadet vecdi, şehadet şevki...

Gözyaşı, ibadet (kulluk) vecdinden; kan, şehadet şevkinden akıtılmışsa; iz, ibadet ya da cihad'dan kalmışsa; gözler, kulluk ya da Allah yolunda uyanık kalarak sabahlamışsa aynı derecede mübarek kutlu ve sevimlidirler. Zira şehadet şevkiyle coşan kan, ibadet vecdiyle çarpan yürek tarafından pompalanır. Kulluk coşkusu içindeki kalb, şehadet şevkiyle dolaşan kanla beslenir. Biri diğerinin enerjisi; her ikisi birden kuldaki fedakarlık ve olgunluk seviyesinin belirleyicisidir.

 


[1] Seyyid, Şerif Cürcani, Tarifat, 160.

[2] Neml Sûresi, 27/88.

[3] Tahanevi, Keşşafu Istılahati’l- Filnun, II, 1454.

[4] Hucûrat Süresi, 49/2.

[5] Nisâ Sûresi, 4/41.

[6] Buharî, Fazâilül-Kur'an, 33.

[7] Müzzemmil Sûresi, 73/12–13.

[8] Zümer Sûresi, 39/23.

[9] Kuşeyri Risalesi, Hz. Süleyman Uludağ, 152–153; Gazali; İhya, II, 266.

[10] Hasan Kamil Yılmaz, Tasavvuf’ta Tevhid, Altınoluk Dergisi, Eylül 1996, 32.

[11] Tirmizî, Dailu'l-Cihad, 26.