TEVÂZU

‘Tevâzu’, alçakgönüllü ve yüzü yerde olmak, hakka boyun eğip kabul etmek demektir. Tevâzu’nun en geçerli olanı, hiç kimseye yaltaklanmadan ve zillete düşmeden, ölçülü, tutarlı ve itidalli bir şekilde bulunmaktır. Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerinde tevâzu üzerinde önemle durulmaktadır. “Rahman’ın iyi kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde alçakgönüllü yürürler. Cahiller kendilerine takıldıkları zaman da, onlara “selâm” deyip geçerler. “Onlar mü’minlere karşı şefkatli ve merhametlidirler. Her zaman onları rükûda iki büklüm ve secdede kıvrım kıvrım bulursun.!” Gerçek tevâzu, Hakk’ın büyüklüğü karşısında, sıfır-sonsuz oranlarına göre insanın kendi yerini belirleyip, bu düşünce ve tesbiti benliğine mal etmesidir. Bu olgun anlayışa ulaşmış kimseler, insanlarla ilişkilerinde alçakgönüllü ve olabildiğince dengelidirler. Çünkü Allah’a yer ve konumunu belirlemiş insanlar, dinî hayatlarında da, toplum ilişkilerinde de hep denge içindedirler. Kibir ve gururun zıddı olan tevazu, ancak bu iki kötü huyun yenilmesi sayesinde kazanılır. Herkesi kendi nefsinden üstün görmek, dış görünüşüne bakarak kimseyi küçümsememek, fazla lükse ve gösterişe varmadan kolay ve basit bir yaşayış benimseyip devam ettirmek, yaptığı çalışmadan, gördüğü hizmetten dolayı insanların iltifatını beklememek, tevazunun belli başlı kurallarından birkaçıdır. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) tevazunun her çeşidini ve en idealini hayatında göstermiştir. Kimsenin yapamadığı ve istese de ulaşamayacağı bir şekilde, tevazu ve alçakgönüllülüğün en kabul görenini yaşamıştır. Yaratılmışların en üstünü, makam ve mertebece en yücesi olduğu, Kur’ân-ı Kerim’de Rabbi tarafından çeşitli defalar bildirildiği halde, hiçbir şekilde insanlar arasında Peygamberlik imtiyazını kullanmamış ve kendisini onlardan üstün görmeye çalışmamıştır. Bu üstün ahlâkî özelliğini kendi aile bireyleri arasında gösterdiği gibi, Sahabîleri içinde ve henüz İslâmiyeti kabul etmemiş kimselere karşı da belli etmekten asla çekinmemiştir. Böylece pek çok insanın hidayetine (İslâmiyeti seçmesine) vesile olmuştur. Cenâb-ı Hak kendisini kral bir Peygamber olmakla, kul bir Peygamber olmak arasında serbest bıraktığında O, “kul bir Peygamber” olmayı tercih edip kabul etmiştir. Bunun üzerine İsrâfil (a.s.) Peygamberimize, “Şüphesiz, Allah, tevazu gösterdiğin için o hasleti de sana vermiştir. Kıyamet gününde insanların efendisisin. Yeryüzü yarılıp insanlar kabrinden çıkacak ve ilk şefaat edecek olan da sensin” demiştir. Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.v.) uzanarak yemek yemedi. Ve “Bir köle nasıl yemek yerse ben de öyle yemek yerim. Köle nasıl oturuyorsa ben de o biçimde otururum.” diyordu.

Bir defasında asasına dayanarak Sahabîlerin yanına geldi. Rasûlullah’ın geldiğini gören Sahabîler hemen ayağa kalktılar. Bu hareketlerini tasvip etmeyen Peygamber Efendimiz onları ikaz etti: “Acemlerin (diğer milletlerin) birbirlerini ta’zim ederek ayağa kalktıkları gibi, siz de benim için ayağa kalkmayın. Çünkü ben kulun yediği gibi yiyen, kulun oturduğu gibi oturan bir kulum.”

Peygamberimiz çok defa elini öpmek isteyenleri ve kendisini aşırı derecede hürmette bulunanları da hoş karşılamazdı. Bir alışverişi esnasında Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) de yanındaydı. Ebû Hüreyre’nin (r.a) anlattığına göre, Peygamberimiz mal sahibine aldığı elbisenin değerinden fazla bir fiyat öder. Daha sonra satıcı hemen Peygamberimizin eline sarılarak öpmek ister.

Peygamberimiz elini çekerek şu ihtarda bulunur: “Bu senin yaptığını Acemler krallarına yaparlar. Ben kral değilim. Ben sadece içinizden biriyim.” Ebû Hüreyre anlatmaya devam ediyor. “Sonra elbiseleri aldı. Ben taşımak istedim. Fakat bana şöyle hitapta bulundu: ‘Kişi, kendi eşyasını taşımaya daha layıktır. Ancak taşıyamazsa Müslüman kardeşi ona yardım eder.” Giyinme konusunda da tevazuya her zaman dikkat çeken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular ki: "Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!" Peygamberimiz kendi işini kendisi yapardı. İnsanların kendisine hizmet etmelerini istemezdi. Âmir b. Rebia anlatıyor: “Peygamber Efendimiz ile birlikte camiye gidiyordum. Yolda Peygamberimizin ayakkabısının bağı çözüldü. Ben hemen eğilip bağlamak istedim. Fakat Peygamberimiz ayağını önümden çekti ve şöyle buyurdu: “Bu hareketin, başkasına hizmet gördürmek demektir. Ben başkasına hizmet gördürmeyi sevmem.” Peygamberimizin bu konudaki bir başka örnek davranışını Abdullah bin Abbas anlatıyor: “Peygamber Efendimiz, ne suyunun hazırlanmasını, ne de herhangi bir fakire sadaka vermeyi başkasına bırakmazdı. Abdest suyunu kendisi bizzat hazırlar ve bir fakire sadaka vermek istediği zaman bizzat kendi elleriyle verirlerdi.” Abdullah bin Cübeyr’in anlattığına göre, bir gün Peygamberimiz ashabıyla birlikte yürüyerek bir yere gidiyorlardı.

Hava çok sıcak olduğundan, Ashab’tan birisi, elbisesini Peygamberimizin başının üzerine kaldırarak gölgelemek istedi. Bunu gören Peygamberimiz, “Bundan vazgeç. Ben ancak bir insanım” buyurdu ve elbiseyi alıp indirdi.

Peygamberimiz kendisini görenlerin bir kral zannıyla çekinip titremelerini uygun bulmaz, onları teskin ederek rahatlatırdı. Bir gün bir zat Peygamberimizin huzuruna gelince, peygamberlik heybetinden titremeye başladı. Bu sahabisinin halini gören Peygamberimiz, “Kendine gel, ben bir hükümdar değilim. Ben ancak Kureyş kabilesinden kurumuş tuzlu ekmek yiyen bir kadının oğluyum.” buyurdu. Gerçekten de Peygamberimizi ilk defa gören, heyecanlanırdı. Fakat daha sonra ondaki şefkati, yüzündeki tebessümü görünce rahatlar, görüşüp konuşunca içindeki korku sevgiye dönüşürdü. Sosyal durumu ne olursa olsun; ister zengin ister fakir, ister dul bir kadın veya hizmetçi olsun Peygamberimiz herkese eşit davranır, basit yaşayışından, fakir ve hizmetçi oluşundan dolayı kimseyi aşağı görmezdi. Onları da diğerleri gibi ihtiyaçlarını görür, hiç gurura kapılmazdı. Peygamberimizdeki üstün tevazuu gördükten sonra Müslüman olan Adiy bin Hatim, Peygamberimizle olan ilk anlarını şöyle anlatmaktadır: “Peygamber aleyhisselâmın yanında akraba, kadın ve çocuklarının bulunduğunu gördüğüm zaman anladım ki, O’nda ne Kisra’nın (İran hükümdarı), ne de Kayser’in (Bizans Kralı) saltanatı var.

Resûlullah benimle birlikte evine giderken yolda zayıf ve yaşlı bir kadına rastladı. Kadının yanında da küçük bir çocuk bulunuyordu. Kadın onu karşıladı ve durdurdu. O da durup bekledi. Kadın: “Bizim sizden bir isteğimiz var’ dedi. Resûlullah onların ihtiyaçlarını uzun uzun konuştu. Kendileriyle birlikte gidip, işlerini gördükten sonra geldi. İçimden kendi kendime, ‘vallahi, bu zat hükümdar değildir’ dedim. Sonra beni evine götürdü.

İçi hurma lifi dolu deriden bir minder alarak bana uzattı ve: ‘Buyur, buna otur’ dedi. Ben, ‘hayır, siz oturun’ dedim. O, ‘hayır, siz’ diye tekrar ettiler. Oturdum. Kendisi de kuru yere oturdu.” Peygamber Efendimiz herkesle ilgilenirdi. Hiç kimseye üstten bakmazdı. Öyle ki çoğu insanların dönüp bakmadığı, yüz vermediği kişilerin dahi isteklerini yerine getirirdi. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.)’in gayesi insanlara faydalı yolları göstermekti. Medine’de ağzı bozuk, şuna buna çatarak sövüp sayan, ağır ve kaba laflar söyleyen bir kadın vardı. Bu kadın bir gün Peygamber Efendimizin yanından geçerken Resûlullah bir seki üzerinde oturmuş haşlanmış et yiyordu. Kadın:

— Şu adama bakın. Bir köle gibi yere oturmuş ve kölelerin yemek yiyişi gibi yemek yiyor, dedi. Peygamber Efendimiz:

— Benden daha köle olan bir köle var mı? dedi. Kadın:

— Kendisi yiyor da bana vermiyor, dedi. Peygamber Efendimiz:

— Gel, sen de ye, buyurdu. Kadın:

— Kendi elinle bana vermezsen yemem, dedi. Bunu üzerine Peygamber efendimiz kendi eliyle kadına verdiyse de kadın bu sefer:

— Ağzındaki lokmayı çıkarıp bana vermezsen yemem, diyerek diretti.

Peygamber Efendimiz de ağzındaki lokmayı kadına uzattı. Kadın da hemen alıp ağzına attı. Kadın bu lokmayı yedikten sonra çok hayâlı ve utangaç biri oldu. Hiç kimseye kötü söz söylemedi. Medine’nin en namuslu ve iyi kadınlarından birisi oldu. Adiy bin Hatim, cömertlikle meşhur Hatim-i Tai’nin oğludur.

Yakınlarının bir kısmı İslam ordusu tarafından esir edilmiş, kendisi de mağlup bir şekilde Peygamberimizin huzuruna gelmişti. Peygamberimiz onu mindere oturtuyor, kendisi de yere oturuyordu. Ayrıca mağlup da olsa bir düşman kumandanıyla bulunduğu bir zamanda zavallı bir kadının isteğini ihmal etmiyor, onun ihtiyacını gideriyordu. Hak namına, seviyece en basit insanlara görüştüğü gibi, dostlarıyla, düşmanlarıyla ve herkesle, gösteriş ve merasime ihtiyaç duymadan görüşüyor, konuşuyordu. Böylece insanların eskiden beri görüp alışageldikleri adet ve görenekleri fiilen değiştiriyor, yerlerine doğrusunu ve uygun olanını koyuyordu. Arapların, insandan saymayıp hor gördükleri bir grup da kölelerdi. Onlarla oturmaz, birlikte yürümez, beraber yemek yemezlerdi. Bu kötü alışkanlığı da Peygamberimiz (s.a.v.) bizzat yıktı.

Sahabelerin anlattığına göre, köleler arpa ekmeğine bile davet etseler, Peygamberimiz davetlerine icabet eder, yemeklerini yerdi.

Çünkü onların köle olmaları basit görülmelerini, horlanmalarını gerektiren bir durum değildi.

Peygamberimiz, Sahabileriyle birlikte bulunduğu zamanlarda kendisini onlardan ayırmaz, farklı görmezdi. Onlarla beraber hareket eder, kendisi için ayrı yer seçmez, aralarına oturur, yapacakları işe iştirak eder, onlara yardımcı olur, katkıda bulunurdu.

Peygamberimizin amcası Hz. Abbas, Sahabîleri arasında sıkışık bir vaziyette bulunduğunu, oturduğu zamanlar gelip geçenlerin kendisini rahatsız ettiğini söyleyip, ayrı bir yerde oturmasını teklif ederek şöyle demişti: “Ya Resûlallah, sizin için gölgesinde oturacağınız bir çardak yaptım.”

Böyle bir imtiyazı asla uygun bulmayan Peygamberimiz, “Allah’ın ruhumu teslim alacağı vakte kadar ben Sahabelerimin ökçeme basmalarına da, hırkamı çekiştirmelerine de katlanacağım.” buyurarak reddetti. Bir sefer sırasında Peygamberimiz (s.a.v.), Sahabelerinden bir koyun kesip pişirmelerini istedi. Ashabdan birisi öne çıktı.

— Ya Resûlallah, onu kesmek benim üzerime olsun, dedi. Bir başkası ileri atladı:

— Ya Resûlallah, pişirmesi de benim üzerime olsun. Başka bir Sahabî hizmete talip oldu:

— Onu yüzmesi de benim üzerime olsun, diyerek kendi aralarında iş taksimi yaptılar. Peygamberimiz de, “Odun toplamak da benim üzerime olsun.” diyerek katılmak istedi. Sahabîler buna razı olmak istemediler.

— Ya Resûlallah, biz sizin yapacağınız işi de görmeyi isteriz. Sizin çalışmanıza ihtiyaç yoktur, dediler. Bunu üzerine Peygamberimiz eşsiz tevazuunu göstererek şöyle buyurdu: “Sizin benim işimi de göreceğinizi ve yeterli geleceğinizi biliyorum, fakat ben size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah, kulunu Sahabîleri arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz.”

Hendek savaşından önce Medine’nin çevresinde hendek hazırlanırken Sahabîler çalışıyor, bir an önce bitirmeye gayret ediyorlardı. Yiyecek bir şey bulamadıklarından, açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyor, o şekilde kazma sallıyorlardı. En büyük örnek olan Peygamber (s.a.v.) de kendisini onlardan farklı görmeden eline kazmayı alıyor, çalışıyor, O da açlığından karnına taş bağlıyordu.

Kuba Mescidinin ve Medine’deki Mescid-i Nebevî’nin inşaatında da Peygamberimiz bir işçi gibi çalışmış, Sahabîlerle birlikte kerpiç taşımıştı. Peygamberimiz İslâm’ın bütün dünyaya duyurulmasına çalışırken, fetih ve zafer gibi pek çok nimete de kavuşmuştu. Fakat bu fetihlerden sonra fethedilen şehirlere ve topraklara girerken asla gurura kapılmıyor ve büyük bir tevâzu içinde yol alıyordu.

Hiçbir törene ihtiyaç duymadan sade bir şekilde şehre giriyordu.

Yahudilerin en büyük kalesi ve yerleşim bölgesi olan Hayber’i fethettiğinde Peygamberimiz (s.a.v.), yuları ipten olan bir merkebin üzerinde olduğu halde şehre girmişti. Peygamberimiz kendi ailesi arasında ve evi içinde de son derece tevazulu idi. Zaten çok sade bir hayat yaşardı. Zaman zaman ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu. Elbisesini yamar, ayakkabıları yırtıldığı zaman söküklerini diker ve kendi hizmetini kendisi görürdü. Ev süpürür, deveyi bağlar, yemler, koyunları sağar, alış-verişi kendisi yapar ve aldıklarını kendisi taşırdı. Hizmetçisi ile birlikte yemek yer ve onunla beraber hamur yoğururdu.

Peygamber Efendimizden ahlâk eğitimlerini alan sahabiler de her konuda olduğu gibi tevazuda da O’nun yolunda yürüdüler. Halife Hz. Ömer’i (r.a.) omzunda kırba ile su taşırken gören bir sahabî sorar : “Bu ne hal, ey Allah Resûlü’nün halifesi?’ Hz. Ömer (r.a.): ‘Yabancı ülkelerden bir kısım elçiler gelmişti. İçimde şöyle böyle bir şeyler hissettim. O hissi kırmak istedim.” der. Şeyh Sadî diyor ki: “Ey insan! Allah seni topraktan yarattığı için alçak gönüllü ol. Ateş gibi hırslı, inatçı olma ve dünyayı yakma.

Korkunç ateş yükseldi, sivrildi. Toprak ise tevâzu gösterdi. Ateş böyle yükseldiği, yani kibirlendiği için ondan lanetlenmiş şeytan yaratıldı. Toprak alçakgönüllülük gösterdiği için ondan da Adem (a.s.) yaratıldı.”