TAHAMMÜL

 

‘Tahammül’, yük taşıyabilme, dayanabilme ve dayanma gücü demektir.    

 

Tahammül, sabır ve sebat için gerekli olan kuvvettir. Sabrın fazileti bellidir. Bu yüksek fazileti elde edebilen ve tahammülü olan kişi, vücudunu hayırlı ve faydalı işler uğrunda musibetlere hedef tutar da Allah (c.c.) tarafından kendisine bir bela gelince bundan hiçbir şekilde şikâyette bulunmaz.

 

Hz Peygamber (s.a.v.): “İnsanların en hayırlısı insan içine karışan ve onlardan gelebilecek eziyetlere sabredendir.” [1]  buyuruyor. Hadis-i şerifte geçen ‘eziyet’ kelimesi mutlak olarak söylendiği için her türlü eziyete şamildir. ‘Toplu hayat sabır ister, ‘eziyete katlanma ister. Toplum değişik karakterlerde insanların bir araya gelmesiyle oluşur. Farklı karakterler birbirlerine tahammül etmek zorundadırlar.

 

İnsan mükemmel bir varlık değildir. Yaratan, onu ‘eğitime muhtaç’ olarak dünyaya getiriyor. Eğitim işini ise Allah (c.c.)’ın tedricilik kanununa uygun olarak sürdürmek gerekiyor. Cemiyette herkesin mükemmel bir eğitimden geçmesi hemen hemen mümkün değildir. O halde herkesten, ‘çok olgun’ davranışlar bekleyemeyiz. Bunun tabii sonucu olarak da insanlara ‘katlanmak’ zorundayız.

 

Tahammülün zıttı, ‘sabırsızlık, acizlik ve aceleciliktir.

 

Cehennem ehlinin Kıyamet günü tahammül edememeleri dolayısıyla azaba uğrayacakları şöyle açıklanmıştır: “Onlar yeryüzünde (herkesi) yıldıracak değillerdir. Kendilerini koruyacak Allah’tan başka kimseleri de yoktur. Onların azabı kat kat olacaktır. Üstelik onlar hakkı işitmeye tahammül edemiyorlardı ve de görmüyorlardı.” [2]

“Ve cehennemi o gün kâfirlere öyle bir göstereceğiz ki! Onlar ki, beni hatırlatan ayetlerimden gözleri bir örtü içindeydi. İşitmeye de tahammül edemiyorlardı.”  [3]

Dostların yükünü çekmek ve insanlık hali, kendilerinden meydana gelen hataları hoş görmek de tahammül erbabının büyük şan ve şerefinin sembolüdür. Böyle gönlü geniş kişilerin dostu çok, düşmanı az, kalbi rahat, ömrü uzun olur. Tahammülsüz, içi dar insanların hali ise bunun aksinedir. Dostu az, düşmanı çok olur ve gönlü de sıkıntıdan kurtulmaz. Gönül ister ki Müslümanlar, Rabbimizin buyurduğu gibi: “Kendi aralarında merhametli, hoşgörülü, tahammül, küfre karşı da o derece çetin, onurlu ve dirençli..” [4] olsun.

Bir duygu veya düşünce etrafında buluşan insanlar, fikir ve hareket olarak daha iyiye, daha güzele doğru terakki edemiyorlarsa, bunun mühim bir sebebi de birbirlerine tahammül edememeleridir. İnsan ilişkilerinde ‘hoşgörü’ ne kadar lüzumluysa ‘başkasına tahammül’ de en az o kadar gereklidir.

Hayat bir sabır yumağı, insanoğlu cemiyet içinde yaşamanın nimetlerinden istifade ederken menfaat, duygu, düşünce çatışmaları onu başkasına tahammül etmeye zorlamaktadır. Cemiyet inançlı, dini bütün bir cemiyet olsa menfaat çatışması o kadar olmayacaktır. Duygu ve düşünce çatışması ise hemen hemen kaçınılmazdır. Çünkü herkesin duygu ve düşüncelerini kapsayan gönül âlemi çok farklıdır. Ayrıca insan sayısı kadar akıl var olduğuna göre temel konularda aynı düşünülse bile tali konularda farklı düşünüşler olmaktadır.

Bütün bu davranışlarımızın sebebi ise nefis terbiyesinden yoksun oluşumuzdur. ‘Enaniyet-Ben merkezcilik’i yok edemeyişimizdir. Enaniyeti yok etmek ise başlı başına bir ‘terbiye’ yani eğütim işidir.

Hal böyle olunca ‘benlikten sıyrılma’ gibi ulvî bir mertebeye erişmek istiyorsak, bize yabancı gelse bile başkalarının duygularına ve düşüncelerine sabretmek zorundayız. Çünkü nefsi terbiye etmenin yolu evvela başkasına tahammül’den geçiyor. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) kendisine gelip ihtiyaç beyan eden kaba saba bedevilerin sözlerini sonuna kadar dinler, onlara sabrederdi. Onları anlayıp, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Ashab-ı kiram, o kimselerin kabalıklarının eziyet vereceğini düşünerek onları Peygamberimiz (s.a.v.)’in yanından uzaklaştırmak isterlerdi. Peygamberimiz ise onlara mani olarak “Bir ihtiyaç sahibi gördüğünüzde ona yardım edin.” Buyururlardı.

“Allah, din hususundaki ağır teklifleri sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan sabır ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.[5]

Cenâb-ı Hak, “veleneblüvenneküm” [6] yani “sizi mutlaka ve mutlaka imtihan edeceğiz” ayet-i celîlesinde, beyan-ı ilahîsini ne kadar da pekiştiriyor. Öyle ya fani hayatımızın hangi saniyesi imtihan değil ki? İnsan içine karıştığımızda onların her durumuna sabretmek, yalnız kaldığımızda da şeytanın vesvese ve iğvalarına sabretmek.

İşin bir başka yönü de her Müslüman diğer kardeşinin duygu ve düşüncelerine tahammül eder, onlara kendisininki kadar değer verir ve onların ulaştığı noktalardan da pratik hayata ilişkin sonuçlara varmak isterse, İslam'ın istediği manada ‘istişare’ ruhu kendiliğinden doğmuş olacaktır. Herkesin kendisinden çok kardeşinin düşüncelerine, yorumlarına değer verdiği bir topluluk, aksiyoner ve dinamik olmayacak da kim olacak?

Ayrıca böyle bir ‘müsamaha’ yani hoşgörü ve ‘tahammül’e ulaşan insan, fikrî ve amelî bakımdan da olgun bir kişidir. Böyle kimselerin arasında ihtilaflar bile bir genişlik, bir çeşni, bir bereket olur.

Küçük Selimiye Camii imamı Abdu’l-Hay Efendi adlı bir gönül insanının şu hâdisesi tahammülün, vefakârlığın doruk noktasıdır. Hoca Efendiyi, dırdır, cadalozluk, evlat hayırsızlığı, insan kaprisleri ile dolu karısı ruhen ve kalben yaraladığı yetmiyormuş gibi bir de tutar döver, sövermiş zaman zaman. Yara bere içinde bırakırmış. Bu durumu bilenler: ‘Hocam, bırakın bunu, boşayın. Çekilmez bu çile’ demişler.  Abdu’l-Hay Efendi: ‘Olmaz, bırakamam, çekmem lazım bu yükü. Ben bu belayı bırakırsam, ola ki bir başkasına bulaşır da, adamcağızı daha bu dünyada iken cehenneme atar. Buna razı olmuyor gönlüm.’ demiş. [7]



[1] Buharî, Marzâ, 7.

[2] Hud sûresi, 11/20.

[3] Kehf sûresi, 18/100–101.

[4] Fetih sûresi, 48/29.

[5] Nisa sûresi, 4/28.

[6] Bakara sûresi, 2/155.

[7] Mustafa Özdamar, Celal Hoca, 113–114.