ŞEVK
Şiddetli arzu, aşırı istek, marifet kaynaklı neş’e, sevinç ve hasret çekme manalarını ihtiva eden şevk; tasavvufçulara göre, tam idrak ve ihâta edilmeyen veya müşâhede edilip de sonra kaybolan mahbûba (sevgiliye) karşı, kalbin arzu ile coşması şeklinde tarif edilmiştir. Bazıları onu, ma’şûkun cemalini görmek için aşığın kalbinde tütüp duran neşe, sevinç, heyecan ve hasret; bazıları da, mahbûba meyl-ü muhabbetten gayrı, aşığın kalbindeki bütün hâtıraları, bütün meyilleri, bütün iştiyâkları, bütün arzuları ve bütün dilemeleri yakıp kül eden bir kor şeklinde yorumlamışlardır.
Kelimelerin anlamını ifade etmekte yetersiz kaldığı yüksek kavramlardan biri olan şevk, ferde ve topluma göre değişen muhtevalarla ele alınabilir. Ferdî manada şevki, ilâhi bir tabiat tasviriyle karşılaştırarak takdim etmek mümkündür.
Tabiatın bahar dirilişi, toprağın yağmurla uyanışı nasıl, ‘rüzgârların gönderilmesi, bulutların yürütülmesi, bulutların gökte yayılmaları ve yığılmaları, sonuçta yağmurun bunların arasından çıkması ve kullarından dilediğine indirilmesi ve kulların ümit etmedikleri anda yağmurla sevinivermeleri…’ tasviriyle açıklanmışsa, kulun kalbinde doğan sevincin ve coşkunun da böyle ilâhi bir kaynağı vardır. Kulun kalbine doğan bir rahmet esintisi, tefekkür ve tezekkür yoğunlaşmasıyla bu esintinin süreklileşmesi, sonunda gözyaşına ve ötelerden gelen kudsî duygulara dönüşmesi ferdî şevkin kaynağı oluyor. Yunus Emre bu manada:
‘Her sabah yeniden doğarız.
Bizden kim usanası...’ der.
Tabiî şevkin bir de dışa yansıması var. Bu yansıma bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle, varlığının bütün zerreleri ile hayatın kula yüklediği rolün ve görevin en mükemmel şekilde ve daha önemlisi zor gelmeden yerine getirilmesi anlamını taşır. Böylesi motive edici bir kavramın topluma nasıl taşınacağı, toplumun yaşama sevinci ve coşkusundan ne anlaşılabileceği ise bu konunun esasıdır.
Şevkin menşei muhabbet, muhabbetin neticesi de şevktir. Hasretle yanan bir kalbin şifâsı vuslattır; şevk de bu yolda nurdan bir kanat.. aşık vuslata erince, şevk de zâil olur; ama iştiyâk daha da artar ve müştâkın vicdanı her mazhariyetten sonra köpürür ve “daha var mı, artırılmaz mı?” der. Onun içindir ki, her an ayrı bir marifet, ayrı bir muhabbet ve ayrı bir zevk-i ruhanî ile aşkı, şevk ufkunda, şevki, iştiyak kutbunda devredip duran Ufuk insan ve kutup Peygamber (s.a.v.), bir vuslat kuşağı sath-ı mâilinde en birinci dilek olarak: “Allah’ım! Senden, Sen’in cemâl-i bâ kemâlini müşâhedeye ve Sana vuslata şevk istiyorum!” sözleriyle O’na yalvarır ve mezîd ister.
Bazı tefsirciler, “İman edenlerin Allah’a olan sevgileri çok daha sağlam ve daha güçlüdür” [1] ayetini tefsir ederken şunları da kaydederler: Şevk, minvechin idrak olunup, minvechin idrak olunmayan şeylerde bahis mevzûdur. Yoksa tam idrak ve ihata edilebilen her şeye karşı şevk olamayacağı gibi, hiçbir zaman bilinip kavranması mümkün olmayan şeylere karşı da şevk tasavvur olunamaz. Evet, insan, görmediği, sesini işitmediği, vasıflarına muttali olmadığı şeylere iştiyak beslemediği gibi, tamamıyla ihata ve idrak edebileceği nesnelere karşı da alâka ve arzu hissetmez.
İbnu Abbas (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v.)'e azatlı bir cariyenin geceleri namaz, gündüzleri de oruçla geçirdiği haber verilince şöyle buyurur: “Her çalışanda bir şevk mevcuttur, her şevkin de bir sonu vardır. Kimin şevkinin sonu sünnetimde kalırsa doğru yoldadır. Kim de hata eder (sünnetimin haricinde kalır) ise o da sapıtmıştır.” [2]
Ebu Ümame (r.a.) rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Allah katında hiç bir şey, iki damla ve iki izden daha sevimli değildir: İki damla; Allah korkusuyla akıtılan gözyaşı damlası ve Allah yolunda dökülen kan damlası. İki iz ise; Allah yolunda çarpışmaktan kalan cihad izi ve Allah'ın emrettiği farzlardan birini yerine getirmekten kalan ibadet izidir.” [3]
Bu hadis-i şerif, müminlerin dikkatini iki noktaya çekmekte ve makbuliyet için iki noktadan birinde bulunmaya çağırmaktadır: İbadet vecdi, şehadet şevki...
Gözyaşı, ibadet (kulluk) vecdinden; kan, şehadet şevkinden akıtılmışsa; iz, ibadet ya da cihad'dan kalmışsa; gözler, kulluk ya da Allah yolunda uyanık kalarak sabahlamışsa aynı derecede mübarek kutlu ve sevimlidirler. Zira şehadet şevkiyle coşan kan, ibadet vecdiyle çarpan yürek tarafından pompalanır. Kulluk coşkusu içindeki kalp, şehadet şevkiyle dolaşan kanla beslenir. Biri diğerinin enerjisi; her ikisi birden kuldaki fedakârlık ve olgunluk seviyesinin belirleyicisidir.
Bu seviyede “mal da can da Allah yolunda” demek, malı da canı da feda etmek değil, gerçek anlamıyla değerlendirmektir.
Şevk-u iştiyak iki şekil ve iki surette cereyan eder:
1-Sevgiliyi müşahede ve vuslattan (kavuşma) sonra meydana gelen ayrılık esnasındaki iştiyaktır ki; Mevlânâ’nın “ney”i, Yunus’un “dolap”ı, o ürperten inilti ve gıcırtılarıyla, ezel bezmindeki vuslat ve maiyyete duydukları şevk’ten birer feryattır ve bu feryat “Şeb-i arûs” a kadar da sürüp gidecektir.
2-Müştak olan âşık, sevdiğini perde arkası görür, fakat tam ihâta edemez; hisseder, ama tam duyamaz… parmağını aşkın balına banar; ne var ki bir adım daha atmasına izin verilmez…“yandıkça yandım bir su!” der ama, yanması matluptur, çığlıkları nazara alınmaz...
Ruhun, böyle zaman üstü “elest bezmi”inde onu müşahede edip de sonra beşeriyetin gereği veya teklif sırrı veya gayba imanın ine çıkması sebebiyle, muvakkat bir hasret ve hicrana atılan insanoğlu, bir ömür boyu Onu sayıklar durur ve ona iştiyâkla yanar, tutuşur. Bundan daha önemlisi de nezih ruh, temiz gönül ve selim fıtratlara karşı, istiğna-i zâtisine muvafık şekilde Zât-ı Akdes’in şevkidir... Kim bilir belki de, sinelerde ocak gibi tütüp duran iştiyakın asıl kaynağı da bu şevktir.
Şevk, zahir ve batın duyguları mahbûba tevcih edip ondan başkasına karşı olan iştihâlara bütünüyle kapanma, iştiyâk ise, ona karşı arzu ve isteklerle dolup taşımadır.. ve bunların her ikisi de ruhu besleyen önemli kaynaklardandır. Her ikisi de elemli, fakat inşirah verici, sıkıntılı, fakat ümit va’dedicilerdir.
İnsanlar arasında, aşkla yanıp, şevkle inleyenden daha ızdıraplı fakat aynı zamanda daha mes’ud kimse yoktur. O, vuslat mülâhazasıyla neşelenip coştuğu zaman o kadar ruhanîleşîr ki o esnada “cennete gir’” deseler, ihtimal ki girmez. Ayrılık hasretiyle de öyle yanar- yakılır ki, dostla hemhâl oluncaya kadar, ateşini cennet Kevserleri bile söndüremez. Ne var ki, içinde bulunduğu o cehennemden kurtulmayı da hiç mi düşünmez... Düşünmek bir yana, onun şevk u iştiyâkına cennet sarayları dahi mâni olsa, cehennem ehlinin ateşten kurtulmak için feryatlar kopardığı gibi, o da çığlıklar atar.
Dünya insanları şevki, şevk ehlini bilmez, şevk ehli de, kendini dünyaya kaptırmış nadanlara hayret eder ve onların hallerinden ürperir. Nasıl ürpermesin ki, Cenâb-ı Hakk, Hz. Davud (a.s.)’a şöyle ferman eder; ‘Ya Davud! Eğer dünyaya meyl-ü muhabbet gösterenler, onlar nasıl beklediğimi, onlar olan şefkatimi ve günahlara boş kaldırmalarını nasıl istediğimi bilselerdi, Bana olan şevk u iştiyâkla ölürlerdi...’
Şevk, bir alev gibi bütün benliği sarınca, âşık, ızdırap ve huzur karışımı duygularla coşar ve çığlık atar:
‘Şevk başımı döndürüp beni hayrete sürükledi; şevk ciğerimi kebap etti; şevk gözlerimle uykum arasına girdi… şevk beni aştı; şevk beni ızdırapa boğdu; şevk ruhuma dehşetler saldı.’ Bazen, ruhtaki bu infial bedene akseder, onu raks ve semâa zorlar. İnsan iradesinin “hal’e yenik düştüğü bu durumlarda âşık mâzur sayılır;
‘Vecd ehlini hususi hallerinden vazgeçirmek isteyene: ‘Sen bizimle aşk şarabını tatmadın, bırak bizi, de!’ Behey mana bilmez nadan (bilgisiz); ruhlar sevgiliye karşı şevkle köpürünce, cesetler oynamaya başlar. Ey âşıkları coşturup maşûka şevk eden rehber! Ayağa kalk ve onları şahlandır; kalk sevgilini adıyla gönüllerimize hayat üfle.’ [4]
[1] Bakara sûresi, 2/165.
[2] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, 2/368.
[3] Tirmizî, Fedailu'l-Cihad, 26.
[4] Kalbin Zümrüt Tepelerinde, M. F. Gülen