HÜZÜN

 

‘Hüzün’, tasa, keder, üzüntü anlamlarına gelen Arapça’daki ‘hazen’ kelimesinden alınmıştır.

 

Kur’an-ı Kerim’de buyurulur: “Bizden hüznü gideren Allah’a hamd olsun, dediler.” [1]

 

Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Mümine isabet eden ve onu üzen hastalık, sıkıntı, hüzün ve elem gibi şeylere karşılık Allah (c.c.) kulunun günahlarını siler, bu nevi musibetler günaha kefaret olur.” [2]

 

Resûlullah (s.a.v.)’ın her an düşünceli ve devamlı surette hüzünlü olduğu rivayet edilir. [3]

 

Tasavvufçular bu kelimeyi, sevinç, neşe ve sürûrun karşılığı olarak kullanmıştır ki,  buna görev sorumluluğu ve dava düşüncesi ve mefküre derinlikli tasa da diyebiliriz. Çünkü hüzün; kalbi sıkarak onun gaflet vadilerine dalmasına ve dağılmasına engel olan bir haldir ve tasavvuf yolcularının vasıflarındandır. [4]

 

Derecesine göre her olgun mümin, dört bir yanda  Hz. Muhammed (s.a.v.)’in güllerinin açacağı, yeryüzünde müslümanların ağlamalarının dineceği, Kur’an’ın hayata can olacağı ve birey olarak herkesin kabir çukurunu güvenle geçeceği, birer birer berzah engellerini atlatacağı, hesaba mizana takılmadan ruhların  uçacağı ‘an’a kadar onunla oturup kalkacak, onunla zaman atkıları üzerinde hayatını bir gergef gibi işleyecek, ona neşe ve sevinçle köpüren dakikaları arasında dahi yer verecek, hâsılı onu, yemeklerin tuzu gibi hayatın bütün sâniye, sâlise ve anlarında duyacak, hissedecek ve bu mukaddes burukluğu ta; “Bizden tasayı, kederi gideren Allah (c.c.)’a hamd olsun; doğrusu Rabbimiz (c.c.) çok bağışlayıcı ve lütufkârdır”  müjdesi hakikatinin tülleneceği ufka kadar devam ettirecektir.  

 

Hüzün, insanın insanlığı tam olarak kavramasından kaynaklanır ve bu mazhariyetin şuurunda olduğu sürece de onun  basiretinde buğulanır durur. Aslında böyle bir dinamizmi, ferdin sürekli Cenab-ı Hakk’a yönelmesi, hüzne esas teşkil edecek şeyleri duyup, hissedip O’na sığınması ve nâçâr kaldığı yerde ‘çare, çare !’ çığlıklarıyla O’na dalması bakımından daha  çok lüzumlu ve çok gereklidir. [5]

 

Ayrıca, ömrü kısa, iktidârı az, tâlip olduğu şeyler çok pahalı ve birleri bin etme mecburiyetinde olan bir mümin, maruz kaldığı hastalıklar, yolunu kesen sıkıntılar, tatmış olduğu acılar ve elemler gidip hüzünle derinleşince onlar, günahları silip süpüren öyle bir iksire dönüşürler ki, insan bu sayede başarıyı sonsuzlaştırır, damlayı deryalaştırır ve zerreyi güneş haline getirebilir. Evet böyle bir hüzün ağında geçirilen ömrün peygamberâne bir ömür olduğu söylenebilir. Ve bu açıdan da en güzel örnek olan hayatını hüznün değişik çeşitleri içinde geçiren insanlığın iftihar tablosuna ‘hüzün peygamberi’ denmesi ne kadar mânidardır.

 

Hüzün, insanın kalp mekanizmasının, duygular âleminin gaflet vadilerinde dağınıklığa düşmekten koruyan bir serâ, bir atmosfer ve zorunlu bir çeper, dolayısıyla da cebri bir konsantrasyon yoludur. Öyle ki, hüzünlü  tasavvuf yolcusu, bu zorunlu yönlenme sayesinde başkalarının mükerrer ‘erbâin’ lerle elde edemeyecekleri kalbi ve ruhi hayat mertebelerini bu yolla en kısa zamanda elde edilebilir.

 

Cenâb-ı Hakk insanın kılığına, kıyafetine ve şekline değil; kalplere, kalpler içinde de mahzun (hüzünlü), kederli ve kırık kalplere bakar, onları kendisine yakınlıkla şereflendirir ki; “ben kalbi kırıklarla beraberim sözü de bu gerçeği ifade etmektedir.

 

Süfyan b. Uyeyne: ‘Allah kimi zaman, hüzünlü bir kalbin ağlaması ile bütün bir ümmete merhamet buyurur.’ der. Zira hüzün, her zaman kalbin samimiyet yanlarında yeşerir ve insanı Allah (c.c.)’a yaklaştıran davranışlar arasında, hüzün kadar övünmeye, riyaya ve desinler için yapılanlara kapalı bir başka davranış yok gibidir.

 

Her şeyin bir zekâtı vardır ve zekât, zekâtı verilen şeyin yabancı nesnelerden arındırılmasıdır. Hüzün de insan vicdanı ve beyninin zekatıdır ve bu iki duygunun saflaşmasında, saflaştıktan sonra da dupduru kalmasında hüznün etkisi büyüktür.

            

Tevrat’ta: ‘Allah (c.c.) bir kulunu sevince, onun gönlünü ağlama hissiyle doldurur; ona buğz edince de çalgı neşvesiyle.’ buyurulur.

 

Bişr-i Hafi de, ‘Hüzün bir hükümdar gibidir; otağını bir yere kurunca, başkalarının orada ikametine izin vermez’.  Sultan ve hükümdarın olmadığı bir ülke karmaşa ve keşmekeşlik içinde olacağı gibi, hüznün olmadığı bir kalp de darmadağınık ve harabedir. Zaten, o kalbi en iyi yapılmış olanın hali de kesintisiz hüzün ve sürekli tefekkür değil miydi?  

 

Yakup (a.s.), Yusuf (a.s.)’la arasındaki dağları hüzünden kanatlarla aştı ve gidip bir tatlı rüyanın  yorumlanması iklimine ulaştı.

 

Hüzünle sızlayan bir yüreğin iniltileri, âbidlerin  (Allah’a çokça ibadet edenler) sürekli olarak yaptıkları zikirlerine, zâhidlerin (kendisini dünyadan koparan) takvasına denk tutulmuştur.

              

Tasavvufçular, ahiretle ilgili hüznün iyi ve güzel; dünya ile ilgili hüznün kötü ve çirkin olduğunda ittifak etmişlerdir. [6]

 

Hüzün vardır, ibadet  ve itaatlardaki yetersizlik düşüncesinden ve kulluk görevlerindeki eksiklik endişesinden kaynaklanır. Bu hüzün avamın hüznüdür. Hüzün vardır, kalbin Allah (c.c.)’tan başka her şeye meylinden ve bunlara olan sevgisinden kaynaklanır. Bu hüzün de havasın (iyi kullar) hüznüdür. Hüzün de vardır ki, mahzunun bir ayağı nasut aleminde ve diğer ayağı da lahut aleminde, kalbin kadirşinaslığı ile her iki aleme karşı, muvazene ve temkine riayet etmeye çalışır; çalışırken de her an muvazeneyi bozdum veya bozacağım endişesi ile ürperir ve sürekli inler ki bu da asfiyanın (en seçkin insanlar) hüznüdür. 

 

İlk insan ve ilk peygamber Hz. Adem (a.s.), hem insanlığın babası, hem peygamberliğin babası, hem de hüznün babasıydı. O hayata uyanırken aynı zamanda hüzne de gözlerini açıyordu. Yitirilmiş cennetin hüznüne, kaybedilmiş kavuşma ve karşılaşılmış ayrılık hüznüne. O, bütün bir ömür boyu bu hüzünler ağında inleyip durdu.

 

Hz Nuh (a.s.), peygamberliğiyle kendini hüzün kıskacında buldu. O’nun sinesinde köpüren hüzün dalgaları, okyanuslarınkine denkti ve bir gün geldi ki, O’nun hüzün kaynağı, okyanusları dağların zirvelerine kadar köpürttü ve  yeryüzünü  kapkaranlık bir tasa sardı. Böylece O da ‘tufan peygamberi’ oldu.

 

Hz. İbrahim (a.s.) da hüzne göre programlanmıştı. Nemrutlarla yaka-paça olma hüznü, ateş koridorlarında dolaşma hüznü, eşini ve çocuğunu ıssız bir vadiye memur edilme hüznü  ve daha bir çok  yüce anlamlı ve akılların alamayacağı hüzün zinciri O’nu hayatı boyunca izledi.

 

Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman,  Hz. Zekeriyya,  Hz. Yahya ve Hz. Mesih (a.s.) gibi bütün peygamberler hayatı bir hüzün yumağı olarak tanıdı, duydu ve  yaşadılar. Son gelen en büyük Nebi, hüzün peygamberi ve arkasındakiler de hüzün ashabı oldular. [7]

 

 



[1] Fatır sûresi,  35/34.

[2] Buhari, Merza, 1.

[3] Buhari, Cenaiz, s. 45.

[4] Kuşeyri Risalesi, S. Uludağ.

[5] Kalbin Zümrüt Tepelerinde, M.F. Gülen.

[6] Kuşeyri Risalesi, S.Uludağ.

[7] Kalbin Zümrüt Tepelerinde, M.F. Gülen.