ZÜHD
‘Zühd’ sözlükte, bir nesneye rağbetsiz olmak, az bir şeye razı olmak
demektir.
Terim olarak ‘zühd’, dünyaya, maddi şeylere ve çıkarlara rağbet etmemek,
ihtiraslı ve bencil olmamak, kannatk3ar olmak anlamlarına gelir.
‘Zühd’,
nefsin arzu ve isteklerini denetim altına almak, manevi değerleri maddi
değerlerden üstün tutmak demektir.
‘Zühd’ fırsat olduğu halde başkasını kendine tercih ve nefsi terbiye etmek
amacıyla helal olan şeylerden bile vazgeçmektir, diye tarif edilmiştir.
‘Zühd’ içinde olan bir kimseye ‘Zahid’ denir.
‘Zühd’,
Kur’an-ı Kerim’de bir ayette, çoğul olarak (zahidin şeklinde) sözlük
anlamıyla geçmektedir. Hz. Yusuf (a.s.) kardeşleri tarafından bir kuyuya
atılmıştı. O’nu kuyudan çıkaranlar, O’nu Mısır’da az bir fiyatla köle diye
sattılar. Çünkü buluntu olduğu için onlara göre fazla bir değeri yoktu.
“Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onlar onu
pek önemsemediler (ona pek değer vermediler).” (Yusuf
sûresi, 12/20.1)
Terim Olarak Zühd
Zühd, bir yönüyle dünyaya ve geçim araçlarına fazla meyletmeyip ibadetle
meşgul olmaktır. O, aynı zamanda elde olan dünyalığa fazla sevinmemek ve
elden çıkana üzülmemektir. Zühd sahibi kimseler, elde olan veya olmayan
dünyalıkların sevgisini gönüllerine yerleştirmemeye çalışırlar. Zühd,
dünyaya, dünya zenginliğine rağbet etmemek, önem vermemek, buna karşı
ibadete ve takvaya değer vermektir. Bu tutum hiçbir zaman çalışmaktan yüz
çevirmek, bir köşeye çekilerek başkalarının eline bakmak demek değildir.
Böyle bir anlayış İslâm’ın hayat anlayışına ve ilkelerine uymaz.
Zühd bir açıdan da takva’ya benzer. Takva anlayışı mümini dikkatli ve şuurlu
olmaya sevk eder. Takva, dünya varlıklarına, eğlencelere, zenginliklere ve
nefsin isteklerine aldanıp da Allah’a karşı gelmekten, ibadetleri ihmal
etmekten korur. Zühd, takva yolunu açan, kişinin nefsinin isteklerini
kontrol altına alınmasını sağlayan güzel bir ahlâktır.
İnsanı hataya ve kulluk görevlerini ihmal etmeye iki önemli sebep ihtiras,
yani maddeyi, dünyalıkları elde etmedeki aşırı istek, onlar için deli divane
olmak ile şehevî arzular, yani sınır tanımayan istekler ve emellerdir.
Zühd ahlâkı, bu ihtiras ve şehevî arzuları sınırlayan, mümini ibadete
yönlendiren ve onu takvaya hazırlayan bir anlayıştır.
Zühd sahibi kimselere ‘zâhid’ denir.
Zahidler, Allah’ın koyduğu bütün yasak ve kötü fiillerden nefislerini uzak
tutmaya çalışan kimselerdir. Onlar, dünyalıkları, maddî çıkarları elde etmek
için haram yollara girmekten ve Allah’a karşı görevlerini aksatmaktan
korkarlar. İşte zühd, bu titizliktir, bu dikkattir.
Zühd, maddî bir darlık sebebiyle dünya nimetlerinden zorunlu bir uzaklaşma
değildir. Zühd, hele hele dünya geçimliklerinden yüz çevirerek ruhbanlık
yapmak, bir köşeye (uzlete) çekilmek, fakir bir halde, bir hırka birkaç
lokma ekmeğe razı olmak demek değildir. Böyle bir düşünce kesinlikle İslâmî
olamaz. Bu düşünce müslümanların arasına başka dinlerden geçmiştir. Dinimiz,
insana faydalı olmayan bir ruhbanlığı ve tek başına köşeye çekilmeye hoş
bakmamaktadır.
Müminler için zühd ahlâkına sahip olmak; haram olan işlere karşı, yani
harama gitmemek, haram kazançlardan yüz çevirmek açısından farzdır. Helâl
olan şeylere fazla düşkün olmamak, hırslı ve bencil davranmamak da
fazilettir. Zühd ahlâkı, mümine madde karşısında bir bağımsızlık ve bir
üstünlük kazandırır. Maddenin peşinde bir ömür boyu koşturanın, gözünde ve
gönlünde maddeden başka bir şey olmayanın, mal ve servet uğruna her türlü
kötülüğü yapanın; özgürlüğü ve bağımsız kişiliği söz konusu edilebilir mi?
Böyle bir kimse bağımsız kişiliğini yitirmiş, özgürlüğünü çıkarının eline
vermiş kişidir.
Mümin, kendini dünyadan, maldan ve servetten, bunları kazanmak ve
harcamaktan soyutlayamaz. Bütün bunlar dünya hayatının geçimliği ve süsüdür.
Gerçek kazanç ise, iman edip sâlih (iyi) amel işleyenler için Allah (c.c.)
katındadır. (Kehf
sûres, 18/46.1)
Allah (cc), dünya nimetlerini insanlar için yaratmıştır. Yaratılan nimetlere
karşı da insanların içerisinde bir meyil var etmiştir. İnsanın dünyalıklara
eğilimli olması, onlara sahip olmak, onlardan çokça yararlanma istemesi kötü
değildir. (Al-i
İmran sûresi, 3/14.2) Önemli
olan bu dünyalıkların peşine düşüp, Allah’ı unutmanın, kulluğu ihmalin
olmamasıdır.
İşte zühd ahlâkı, bu dengeyi kurmanın adıdır. Bazılarının anladığı zühd,
nimetlerden yüz çevirmek, kuru ekmekle yetinmek ya da bedene eziyet etmek
değildir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in hayatı baştan başa takva ve zühd
hayatıdır. O, bir peygamber ve devlet başkanı olduğu, çok mala sahip olma
imkanı olduğu halde bunlara itibar etmemiş, geçimini kendi sağlamış, kimseye
el açmamış, başkasına yük olmamıştır. Geçimini sağlayacak kadar çalışmış,
yetecek kadar dünya eşyasına sahip olmuş, hiçbir şekilde dünyalıklar peşinde
koşturmamış, maddeye sahip olmayı hayatının öncelikli hedefi yapmamıştır.
O’nun sade bir hayatı vardı. Gerektiği
zaman elbisesinin söküğünü dikmiş, ayakkabısını kendi eliyle tamir etmiş,
merkebe binmekten çekinmemiş, kıldan yapılmış elbiseyi giyerek alçak gönüllü
olduğunu göstermiştir. Toplumun en alt kesimi sayılan insanların arasına
girmiş, kendisi sıkıntıda olsa bile yardım etmekten asla geri durmamıştır.
Nefsi için kimseye kızmamış, insanlara hiçbir zaman kötü davranmamıştır.
O’nun hayatı (ihsan anlayışı), yani
Allah’ı görüyormuş gibi ibadet şuuru içerisinde geçmişti. İşte Onun zühdü bu
idi.
Şöyle buyuruyor:
“Bir kimseye dünyaya karşı zühd ve
az konuşma ahlâkı verildiğini görürseniz ona yaklaşın ve (onu dinleyin).
Çünkü o hikmetli sözle eder.” (İbn
Mace, Zühd/1.)
“Dünyada zahitlik, helal oranı haram etmek veya malı telef etmekle olmaz.
Gerçek zahitlik, Allah’ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok
güvenmen ve bir musibete düştüğün zaman getireceği sevap sebebiyle, onun
devam etmesine rağbet etmendir.” (İbn
Mace, Zühd/1.)
Abdullah b. Mes’ud (r.a.) diyor ki:
Bir defasında Hz. Peygamber (s.a.v.) bir
hasırın üzerinde uyumuş, hasır vücudunda iz bırakmıştı. Bunun üzerine,
-Altına daha yumuşak bir şey sermemize
izin verir misiniz? dedik O;
“Dünyadan bana ne, ben dünyada bir
ağacın altına gölgelenip kalkıp giden bir yolcu gibiyim”
buyurmuştur. (Tirmizi,
Şemail/40.)
İslâm, bir taraftan dünyalıklara aldanıp Allah’a ibadetten uzaklaşmayı
yasaklarken ve dünyalıklara ait sevginin kalpten uzak tutulmasını isterken,
diğer taraftan müminlere zekâtı, -malın çok sevilmesine rağmen- ondan Allah
yolunda sadaka vermeyi, maddi ve manevi olarak kuvvetli olmayı, sürekli
çalışmayı, hatta Kıyametin kopacağı bilinse bile eldeki fidanın toprağa
dikilmesini emrediyor. Demek ki hakkını vermek şartıyla zengin olmak, yani
dünyalık elde etmeye çalışmak kötü bir şey değildir.
Dünya varlıkları, mal ve servetler bir
denize benzer. İnsan da bu denizde yol alan bir gemi gibidir. Denizin suyu
geminin altında, yani dışında olursa gemi yüzer, ama aynı su geminin içinde
olursa gemiyi batırır. İşte müminin dünyalıklar karşısındaki tutumu
böyledir. Mala, servete sahip olmak caizdir; fakat mal ile şımarmamak,
aldanmamak ve aşkını kalbe koymamak, onlar için deli divane olmamak, onların
peşine koşmayı hayatın en kutsal hedefi yapmamak ve mal emanetiyle Allah’ın
rızasını aramak şartıyla.
Zühd, peygamberimizin ve sahabelerinin
genel ahlâkıydı. Müminler böyle bir ahlâka sahip olmaya çalışmakla
imanlarını güçlendirirler.
Bazılarına göre Peygamberimizden çok
sonraları ortaya çıkan tasavvuf; bu zühd ahlâkının gelişmiş ve sistemleşmiş
şeklidir. Ancak tarih boyunca ortaya çıkmış pek çok tasavvuf akımının bu
amaçtan ayrıldığı, Peygamberimizin tavsiye etmediği bir zühd anlayışını
benimsedikleri de açıktır.
Hadis kitaplarının içinde (zühd)
bölümlerin olduğunu ve yalnızca zühd’le ilgili hadisleri, Peygamberimizin ve
sahabelerinin zühd’lerini anlatan ‘zühd kitaplarının’ Kitab’z Zühd’lerin
yazıldığını konunun önemi bakımından ekleyelim.
|