EMAN

 

‘Emin olmak, güvenmek’ anlamında­ki Arapça ‘emnkökünden türemiş bir isim olan ‘eman’, güven, güvence, güven­lik manasına gelir. Hukuk terimi olarak İslâm ülkesine (dâru’l-İslâm) girmek veya İslâm ordusuna teslim olmak isteyen yabancı gayr-i Müslime (harbî) can ve mal güvencesi sağlayan taahhüt veya akdi ifade eder. Bu tarifte yer alan harbî, İs­lâm devletiyle arasında barış antlaşma­sı bulunmayan yabancı devlet tebaası (vatandaş) demektir. Eman, Kur’an-ı Kerim’de aynı manaya gelen ‘civarkelimesiyle ifa­de edilmiştir. [59] Hadislerde ise ayrıca ‘ahdve ‘zimmetkelimeleri de kullanılmıştır. Eman isteyen kimseye ‘müste’min’, eman verilene ‘müste’men’, eman veren kişiye de ‘müemmindenir.

 

Tarih ve dille ilgili literatür ‘eman’ ge­leneğinin ‘Sâmî’ kökenli olduğunu gösteriyorsa da farklı toplumlarda benzer uygulamalara her zaman rastlanmıştır. Es­ki çağlarda sığınma ihtiyacı duyan kim­seler için en güvenli yerler daha çok mabetlerdi. Eski Yunan’da tapınaklar, Yahudi ve Hıristiyanlarda havra ve kiliseler, manastırlar ve bunların müştemilâtı, kurban kesim mahalleri başlıca sığınma yerleriydi. Bunların dışında, Eski Ahid’in çeşitli yerlerinde kaydedildiğine göre yan­lışlıkla adam öldüren veya bir suç işle­yen kimsenin belirlenen güvenli şehirle­re sığınması eman anlamı taşıyordu. Suçlular sığındıkları bu güvenli şehirlerde oranın yaşlı ve tec­rübeli kişileri tarafından yargılanır ve suçsuzlukları ortaya çıktığı takdirde gü­vence altına alınırlardı. Ancak kasten adam öldüren veya suç işleyene cezası verilirdi. Yeryüzündeki mabetlerin en önemlisi olan Kâbe’nin ve çevresinin ‘harem’ ola­rak nitelendirilmesi bu özelliğinden do­layıdır. Kur’an’da, Hz. İbrahim (a.s.)’in güven­li bir belde olması için dua ettiği [60] Mekke’ye, ‘Emîn (güvenli) beldeye ant olsun ki..’ denilerek yemin edilir. [61] Ayrıca Mescid-i Haram’a girenin emniyet içinde olacağı be­lirtilir. [62]

 

Mekke’nin fet­hi sırasında Harem’i güvenli bölge ilân eden ve bütün insanlara eman veren Hz. Peygamber (s.a.v.) sadece dokuz kişiyi bunun dışında tutmuş ve Kâbe’nin örtüsüne yapışmış olsalar dahi..’ öldürülmelerini emretmiştir. [63] Mekke’nin her zaman ‘harem’ olduğunu bil­diren Rasûl-i Ekrem kendisine yalnız kısa bir süre için savaş izni verildiğini de belirtmiştir. [64]

 

Eman uygulamasının Arap toplumun­da İslâm öncesi döneme uzanan köklü bir geçmişi vardır. Kabile hâkimiyet ve sorumluluğunun ön planda olduğu devirlerde eman, hem kabileler arası sa­vaşlarda belli şahıs ve gruplara teslim olmaları halinde mal ve canları için gü­vence vererek gereksiz yere kan dökülmesini önleyici ve barışı kolaylaştırıcı, hem de topluluklar arası ticarî ve sosyal ilişkilerin artması için kabile veya şehir devletinin hâkimiyet alanı dâhilinde ya­bancıların güven içinde dolaşmasını sağ­layıcı bir fonksiyon üstlenmiştir.

 

Cahilliye döneminde Arap yarımadası­nın her tarafına dağılmış olan kabileler arasındaki ilişkilerde belli bazı teamül­ler hâkimdi. Kabileler topraklarından yabancıların izinsiz geçişine müsamaha göstermezdi. Ancak aralarında bir antlaşma bulunan kabile mensupları diğer kabile topraklarından rahatça geçebilir­di. Mekkeli tüccarlar ticaret yapabilmek için kabile reisleriyle anlaşmak ve geçiş izni almak zorundaydılar. Can ve mal gü­venliği için hükümdarlar, kabile reisleri ve fertleri eman akdi yaparlardı. Eman akdinin mutlaka yazılı olması gerekmi­yordu. Emana delâlet eden bir eşya, bir söz veya hareket bunu ifade edebiliyor­du. Bir kabilenin ileri geleni kendi kabi­lesi içinde veya bir başka kabilede her­hangi birine eman verebilirdi. Müemmin, eman verdiği kişinin can, mal ve namu­sunun korunmasında sorumluluk taşır, gerektiğinde onu müdafaa ederdi. Arap­lar buna büyük bir değer verirlerdi.

 

İslâm tarihinin ilk devrindeki bazı eman verme olayları İslâm öncesi geleneğin bir devamı niteliğindedir. Mekke döne­minde Hz. Peygamber (s.a.v.), amcası Ebu Talib’in eman anlamı taşıyan himayesiyle müşriklerin muhalefetine rağmen mücadelesine devam edebildi. Ebu Talib’in ölümü üzerine müşrikler suikasta varan girişimlerde bulundular. Hz. Ebu Bekir (r.a.), müşriklerin zulmünden bıkıp Habeşis­tan’a hicret etmek maksadıyla Mekke ile Yemen arasındaki ‘Berkülgımâd’ mev­kiine kadar gitmişken burada karşılaş­tığı ‘Kare’ kabilesi ileri gelenlerinden İbnü’d-Düğunne’nin kendisine ‘Kefil’ (car) olması üzerine geri döndü. Kureyş’in ileri gelenleri O’nun sadece evinde ibadet etmesi ve Kur’an okuması şartıyla bu emanı kabul ettiler. Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir müddet konulan şartlara uyduysa da daha sonra evinin bahçesine bir mescit yapması, açıktan Kur’an okuması müşriklerin İbnü’d Düğunne’ye şikâyetine sebep oldu ve ondan Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e verdiği ‘eman’ı ge­ri almasını istediler. Hz. Ebu Bekir (r.a.) İbnü’d-Düğunne’nin isteği üzerine emanını iade etti. [65] Bu olay, Cahiliye dev­ri Arap toplumunda mevcut eman gele­neğinin ayrıntılarını yansıtmaktadır.

 

Emanın en açık olanı yazılı belge şek­linde verilenidir. Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.), hicreti sırasında Kureyş’in koy­duğu büyük ödülü kazanmak için ken­disini takip eden ve karşılaştığı olaylar sebebiyle pişmanlık duyan Sürâka b. Mâ­lik el-Müdliciye isteği üzerine yazılı bir eman vermiştir. [66] Bu ‘emannâme’ deri bir parşö­mendi. Emanı yazanın Hz. Ebu Bekir (r.a.) mi, Âmir b. Füheyre mi olduğu hususu ihti­laflıdır. Mekke’nin fethine kadar emannâmeyi saklayan Sürâka o gün belgeyi Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gösterin­ce, Rasûl-i Ekrem, “Bugün vefa ve iyilik günüdür” buyurarak emanına vefa göster­miştir.

 

Medine döneminde kurulan İslâm dev­letinin iç ve dış politikasında geçerli hükümler arasında eman önemli bir yer al­mıştır. Bu dönemden itibaren yabancı kişi ve topluluklara askerî ve sivil anlam­da verilen emanların bol örneklerine rast­lanmaktadır. Medine’de nazil olan, “Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye ka­dar ona eman ver, sonra Müslüman ol­mazsa onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır!”[67] meâlindeki âyetin müşriklerle ilgili olması emanın sadece Müslümanlarla müşrikler ara­sında bir akid olduğunu düşündürürse de Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine döneminde Müslüman olup önceki suçlarından do­layı kalplerindeki korkuyu atamayanla­ra ve Ehl-i kitap’tan olanlara da emanlar vermiştir. Bunlar arasında amcası Hz. Hamza (r.a.)’nın katili olan Vahşî gibi ki­şiler de vardır. Rasûl-i Ek­rem’in Ehl-i kitap’tan bazılarına verdiği emannâmelerin (kitâbü emn) bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Bunlardan Necranlılar’a verilen ve Mugîre b. Şu’be tarafından yazılanı besmele ile başlar; ardından, ‘Bu Allah Rasûlünün Necran halkı için yazdığıdır’ diye devam eder. Oldukça uzun olan emannâme ile, yıllık 2000 takım elbise karşılığında Necran halkının canları, dinleri, toprakları, mal­ları, aşiretleri ve onlara tâbi olanlar Al­lah Teâlâ’nın himayesi (civar) ve O’nun peygam­beri ve elçisi Muhammed (s.a.v.)’in emanı (zim­met) altına alınmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ver­diği emanlar, daha sonra hükümdarlar ve şahıslar tarafından verilen yazılı eman­ların üslûbunun oluşmasında etkili ol­muştur. Emanlar, müemmin ve müste’minin durumuna göre değişiklik arz etmekle beraber genellikle, ‘Bu falanın fa­lan için yazdığı emandır’ ibaresi, bes­mele veya Allah (c.c.)’a hamd ile başlar, ar­dından güvence altına alınan şeyler ve tarih zikredilir, arkasından da bunların Allah’ın, Rasûlü’nün ve eman veren kişi­nin emanıyla güvencede oldukları belir­tilirdi. Emanı veren hükümdarsa onu övü­cü sözler de ‘emannâme’de yer alırdı. Mu­hasara sırasında verilen umumi emanlardan bazı kimseler hariç tutulabilirdi. Bu tür emanlar sadece gayri Müslimlere verilmezdi; Müslümanların kendi ara­larında çıkan iç savaşlar sırasında da bir­birlerine eman verdikleri olurdu.

 

Müemmin tarafından müste’mine gön­derilen veya bizzat verilen bir eşya kendisine eman verildiğine delâlet edebilir­di. Bu eşya eman verenin giydiği bir elbise veya taktığı bir yüzük olabilirdi. Ey­le Yahudileri, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından kendilerine bu anlamda bir hırka veril­diğini iddia ederlerdi. Rasûl-i Ekrem, Mekke’nin fethedildiği gün hayatından endişe ederek şehirden kaçan Safvân b. Ümeyye’ye eman işare­ti olarak bir hırkasını göndermiştir. Bunun sarık oldu­ğu da rivayet edilmiştir. Ebu Müslimnâme’de geçen ‘eman yüzüğü’ ifadesi  bu geleneğin da­ha sonra da devam ettiğini göstermek­tedir. Bu tür eşya eman verildiğinin bir kanıtı olarak muhafaza edilirdi. Kuşat­ma sırasında Müslümanlardan birinin söylediği ve kinaye yoluyla da olsa eman anlamı taşıyan yahut bu şekilde yorum­lanan bir söz veya davranışın da eman gibi telakki edildiği görülmüştür. Bu ko­nudaki uygulama ve yorum farklılıkları meseleyi oldukça karmaşık hale getir­diği için İmam Serahsî, bir âlimi nahiv ve fıkıh alanında imtihan etmek için ona eman konusunun sorulmasını tavsiye etmiştir.

 

Müslüman kadınların, mümeyyiz ço­cukların ve savaşa katılma izni olan Müslüman kölelerin eman verdiğini ve bu­nun geçerli sayıldığını gösteren örnekler de vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Müslü­manların eman’ı birdir; en aşağı derece­de bulunan bir Müslüman da eman ve­rebilir.” buyurmuştur.[68]

 

Rasûl-i Ekrem, kı­zı Zeyneb’in kocası Ebü’l-Âs b. Rebîa’ya ve fetih günü amcası Ebu Talib’in kızı Ümmü Hânî’nin kocasının iki yakınına verdiği emanları ka­bul etmiştir. Hz. Ömer (r.a.) devrinde İran’a karşı ya­pılan savaşlar sırasında muhasara edi­len kaleye bir köle tarafından okla fır­latılan ve ‘Korkmayın’ anlamına gelen Farsça not kaledekiler tarafından eman şeklinde yorumlanmış ve bunun üzerine dışarı çıkmışlardır. Ancak Müslümanlar bu emanın geçerli olup olmadığı husu­sunda ihtilâf etmişler, konuyu bir mek­tupla bildirdikleri Hz. Ömer (r.a.) kendilerine, ‘Köle de Müslümanlardan biridir ve ema­nı geçerlidir’ cevabını vermiştir.

 

İslâm fütuhatı sırasında Müslümanların bilhassa kuşattıkları şehirlerde bulunan düşmanlara canlarına, mallarına, ibadethanelerine dokunmamak üzere emannâmeler yazıp verdikleri ve bunun savaşı sona erdiren bir usul olarak sık­ça kullanıldığı yönünde kaynaklarda bir hayli bilgi ve rivayet mevcuttur. Bunlar­dan bir kısmının bazı şartlar taşıdığı da olurdu. Daha sonraki dönemlerde bu emannâmelerin yanı sıra seyahat ve ticaret için verilen emanlarla Müslümanların iç çatışmalar sırasında birbirlerine verdikleri emanlar da önemli bir yekûn tutmaktadır. Böylece İslâm döneminde emanın savaş es­nasında düşmandan belli bir şahsa, top­luluğa veya bir bölge halkına tanınan do­kunulmazlık güvencesinden ticaret, diplomasi, eğitim, seyahat gibi çeşitli sebep­lerle İslâm ülkesinde bulunmak isteyen yabancıya verilen imtiyaz ve güvenceye kadar geniş bir kapsam kazandığı ve gi­derek bir kurum haline geldiği görülür.

 

Osmanlı Devleti’nde ‘eman anlayışı’ esas itibariyle İslâmî anlayışa dayanmaktaysa da Osmanlıların çok farklı millet ve devletle olan çeşitli münasebetleri sonunda emanın daha geniş bir muhteva ve oldukça yaygın bir uygulama alanı kazandığı dikkati çeker. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluş yükseliş devirlerindeki uygulama ile 17-18. Yüz­yıllarda Batı’nın Osmanlılar karşısında güç kazandığı ve nihayet 19. Yüzyılda diplomasi de mütekabiliyetin benimsendi­ği dönemlerdeki eman uygulamaları da farklılıklar göstermektedir. Zira eman bir ülkenin dış siyaseti ve gücüyle ilgili bir kavram olarak uygulanmaktadır.

 

Osmanlı kaynaklarında çok çeşitli şe­killerine rastlanan emanın en yaygın ola­nı bir beldenin, bir kalenin fethi öncesin­de veya sonrasında uygulanan biçimidir. Ancak bu eman, klasik anlamdaki eman­dan ziyade savaştan sonra zimmîlerle yapılan zimmet akdi ve bu akid çerçe­vesinde zimmîler için verilen dokunulmazlık güvencesi mahiyetindedir. Tek taraflı bir taahhüt niteliğindeki bu bel­gelerin ‘emannâme’ olarak da anılması, gayr-i Müslimlerin temel hak ve hürriyetleri için belli güvenceler getirmiş ol­masına dayanır. Fatih Sultan Mehmet dönemindeki bazı uygulamalar bu ko­nuda tipik özellikler taşımaktadır. Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden hemen sonra Ha­ziran 1453’te Galata Cenevizlileri’ne bir emannâme (ahidnâme) vermiş, bu eman­nâme daha sonra Latinlere de teşmil edilmiştir. Aslı bugün mevcut olmayan bu belgenin çeşitli suretleri ve tercüme­leri bulunmaktadır. Paris Bibliothèque Nationale’de bulunan bir suretin başın­da emannâmenin aslının Rumca yazılıp üzerine tuğra çekildiği belirtilmektedir. Fâtih Sultan Mehmed’in bu emannâmesinin tesiri büyük olmuş, gerek Osmanlı hukukçuları gerekse zaman zaman im­tiyazları kısıtlanan gayr-i Müslimler bu emana atıfta bulunarak davalarını teyit etmek istemişlerdir. Bazı Bizans soylu­larının ve onların yakınlarının vaktiyle Bizans’ı ihya etme sevdasına düştükle­rini hatırlayıp vehme kapılan Yavuz Sul­tan Selim’in, Rumlar’ın ya Müslüman olmalarını veya İstanbul’u terk etmelerini emretmesi karşısında Şeyhü’l-İslâm Zenbilli Ali Efendi’nin padişaha dedesi Fa­tih’in bunlara emannâme bahşettiği, şu anda böyle bir uygulamanın şer’an caiz olmayacağı yönünde bir fetva verdiği, ancak Yavuz’un emannâmeyi görmek istediği, bu sebeple çağrılan patriğin bel­genin bir yangında yandığını söylemesi üzerine Şeyhü’l-İslâm’ın olayın ispatının yeterli olacağını bildirdiği ve çok yaşlı iki yeniçerinin Dîvân-ı Hümâyun’da böyle bir emannâme verildiği konusunda şehadette bulunmasıyla meselenin halledildiği şeklindeki rivayet bu anlayışın tipik bir ör­neğidir. Aynı şekilde Fatih döneminde Bosna’nın fethi sırasında Mahmud Paşa’nın Bosna kralına verdiği eman da tartışma konusu olmuştur. Bölgede ke­sin hâkimiyet kurmak isteyen Fatih Sul­tan Mehmet, kendi arzusu dışında ve­rilen bu emanı ileride problem olacağı düşüncesiyle hükümsüz saymak için şer’î mesnet ararken ulemâdan Ali Bistâmî’nin, ‘kulun verdiği emanı sultanın devlet menfaatine aykırı bulduğunda kaldı­rabileceği’ yolundaki fetvası ile emanı geçersiz saymış ve buranın kılıçla fethedildiğini ileri sürerek kral ve yanında­ki üç beyi ortadan kaldırtmıştır. Fatih’in bu icraatı, devlete bağlılığı ve kamu düzenini temin, isyan ve fesadı önleme ted­birine dayandırılarak caiz görülmüşse de ona muhalif çevrelerin tepkisine yol açmıştır.

 

Osmanlı döneminde kalelerin kuşatıl­ması ve fethi sırasında emanın ve bir ka­leyi barış yoluyla teslim anlamına gelen ‘vire ile teslim’in sıkça karşılaşılan bir uygulama olduğu bilinmektedir. Osman­lı belgelerinde ve kroniklerinde ‘eman, eman vermek, eman kâğıdı’ gibi tabir­ler yanında ‘vire, vire ile teslim, vire kâ­ğıdı, vire bayrağı’ tabirlerine de rastlan­maktadır. Belgelerden anlaşıldığına gö­re eman ile vire aynı anlamı veya birbirini tamamlayan iki safhayı ifade etmektedir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman’ın Bosna Beyi Malkoç Bey’e ve Budin bey­lerbeyine gönderdiği iki hükümde karşı tarafın ‘vireye mugayir’ harekette bu­lunmaması, Osmanlı idarecilerinin de ‘ahd ü emana riayeti’ tenbih edilmek­tedir. Kalelerin vire ile ve eman ta­lebiyle teslimleri genellikle kolay olmu­yor, uzun süren kuşatma ve can ve mal kaybından sonra gerçekleşiyordu. 1548’de İran seferinde Van Kalesi’nin kuşa­tılması sırasında zor durumda kalan ka­le müdafilerinden bazıları kaleden ipler­le inip boyunlarında kefenleri olduğu hal­de Osmanlı ordugâhına gelerek eman dilemişler, bunun üzerine 24 Ağustos 1548’de içerideki muhafızların çıkıp git­mesine izin verilerek Van Kalesi emanla teslim alınmıştı. 1638 Bağdat Seferi’nde kuşatılan kaledeki muhafızlar bir aydan fazla diren­dikten ve birçok zayiat verdikten sonra eman talebiyle teslim olmuşlardı. Girit ve Resmo kuşatmaları da iki aya yakın sürmüş, çaresiz kalan düşman eman talebiyle teslim olmuştu. Kalelerin fethi esnasında bazen kaledekilere teslim şartlarını ih­tiva eden eman kâğıdı, vire kâğıdı veri­lebilirdi. Meselâ 1690 Eylülünde Niş Kalesi’nin fethi sırasında kaleden çıkacak­lara eman kâğıdı verilmiş, böylece yaşlı, çocuk, kadın, erkek, Müslüman esirler­den 150’si çıkmış, Macar ve Avusturya askerlerine istedikleri yere gitmelerine izin verilmiş, ancak bunların içinde yer alan 399 ‘haydut’ (hayduk) öldürülmüş­tür. Lajdin Kalesi halkına 1674’te eman verilmesi sırasında taraf­lar arasında ilginç bir görüşme cereyan etmiştir. Kalenin muhasarası esnasında birkaç Hıristiyan dışarı çıkarak kendile­rini padişahın halis tebaası şeklinde ta­nıtıp mücadele edenlerin ‘Barabaş ve Nemçeli kâfirler’ olduğunu, kale halkının esir olma karşılığında eman talep etti­ğini bildirmişlerdi. Bunun üzerine eğer sadık tebaa iseler eşkıya güruhundan tamamen ayrılmaları gerektiği, aksi hal­de kendilerine eman verilmeyeceği belir­tilmiş, ardından kale muhafızlarının ileri gelenlerinden birkaç kişi daha sadraza­mın huzuruna çıkıp kaledekilerin esirliği kabul ettiklerini bildirince kendilerine eman kâğıdı verilmişti. Böylece emanla hayatları bağışlananlar esir alınarak ter­saneye gönderilmişti.

 

Osmanlı Devleti’nde emanın yaygın olarak kullanıldığı ve çok çeşitli siyasî ve ekonomik problemlerin çıktığı bir baş­ka alanı ise Avrupa devletlerinin Osman­lı Devleti nezdindeki elçi ve konsolosları ile tüccarlarının faaliyetleri ve statüleriyle ilgili uygulamalar oluşturmaktadır. İstanbul’un fethinin ardından önce Ve­nedik, daha sonra büyük Avrupa devlet­leri eman statüsü içinde tek taraflı ola­rak kendilerine verilen ahitnamelerle İs­tanbul’da daimî elçilik, büyük şehirler­de ise konsolosluklar açmışlardır. Ken­dilerine bahşedilen ahitnamelerin he­men hepsinin başında dostluk ve sada­kat anlayışı ile emanın verildiği, buna aykırı hareketlerden kaçınılması gerek­tiği önemle belirtilmiştir. Nitekim ahitname verilen devletin düşmanca bir ta­vır içinde olduğu veya savaş çıktığı za­man bu devletin elçi ve konsolosu ağır hakaretlere maruz kalır, Yedikule’ye hapsedilirdi. Osmanlı tarihinde buna dair birçok örnek bulunmaktadır.

 

Eman uygulamasında en yoğun prob­lemler, eman sahibi gayr-i Müslim tüccarların durumlarıyla ilgili olarak ortaya çıkıyordu. Bu nevi tüccara, mensup olduğu devlete verilen ahitname hüküm­lerine göre beratlar verilir, kendilerine can ve mal güvenliği, bazı hallerde kıya­fet serbestliği, Müslim ve gayr-i Müslim Osmanlı tüccarından ayrı olarak çeşitli imtiyaz ve muafiyetler tanınır, buna karşılık belirlenen şartlara riayet etmeleri istenirdi. Ancak emanlı tüccarın Osman­lı ülkesinde nail olduğu muafiyet ve im­tiyazlardan dolayı birçok Osmanlı teba­ası, zimmî tercüman ve tüccar adı altın­da elçiliklerden temin ettiği ‘patente’ denilen belge ile müste’men statüsü­ne kavuşuyordu. Ahitnamelerde yaban­cı devlet elçilerine bu konuda tanınan sı­nırlı kontenjan özellikle Rus elçilerince alabildiğine istismar edilmiş, ticarî ve si­yasî açıdan Osmanlılar aleyhine olarak pek çok zimmîyi bu statüye kavuştur­muşlardı. Devlet her bakımdan kendi zararına olan bu uygulamayı önlemek ve hatta kaldırmak için 18. yüzyılda birçok ferman çıkarmış, ancak dış siyaset­teki gücünün zayıflaması sebebiyle bunun önünü alamamıştır. Meselâ III. Ahmet, Şubat 1722’de İzmir ve civarındaki kadılıklara gönderdiği uzun bir fer­manda bütün ayrıntılarıyla bu gayr-i hu­kukî uygulamayı anlatarak önlenmesini istemişti. Bu konuda ciddi sayılabilecek başarı ise an­cak III. Selim zamanında sağlanabildi. Ayrıca devlet çeşitli vesilelerle emanlı harbîleri zimmî statüsüne kaydırarak onları cizye mükellefi yapmaya çalışmış­tı.

 

Bu konuda Osmanlı fetva mecmuala­rında çeşitli örnekler mevcuttur. İkamet süresi bir yılı aşan müste’men zimmî sayıldığı gibi emanla Osmanlı ülkesine gelip zimmî erkekle evlenen harbî bir kadının da zimmî olacağı bu fetvalarda belirtilmiştir. Öte yandan başlangıçtan be­ri devlet kendi tebaası olan zimmîyi har­bîden hukuken üstün görmüştür. Ebüssuûd Efendi’nin, emanla gelen harbîlerin zimmî lehine şehadet edemeyeceği­ni, bu konuda ahitnamelerde yer alan hükmün cahil kâtipler tarafından yazıl­dığını belirten, ‘Nâmeşru olan nesneye emr-i sultanî olmaz’ şeklindeki sert fetvası buna bir örnektir.

 

Diğer bir husus da emanlı tüccarın ken­di elçi veya konsolosları vasıtasıyla iş yap­ması gerekirken muhtelif sebeplerle doğ­rudan Osmanlı makamları ile muhatap olmasıydı. Buna engel olmak için çeşitli hükümler çıkarılmıştır. İstanbul kayma­kamına, İstanbul ve Galata kadılarına hi­taben çıkarılan 1699 tarihli bir fermanda müste’men tüccarın elçileri marifeti ve arzlarıyla müracaat etmeyip kendi arzu­hali ile iş görmesine engel olunması ve bu nevi arzuhallerin reddedilmesi emredilmektedir.

 

19. Yüzyılda Doğu’yu gezmek, Kudüs’e kutsal ziyarette bulunmak isteyen Avrupalı ve Amerikalı seyyahların, macera meraklısı zenginlerin kendi elçilikleri va­sıtasıyla Osmanlı Devletinden aldıkları pasaport ve mürur tezkireleri de emanın bir türünü teşkil etmektedir. Ancak bun­ların kutsal yerleri ziyaret etmeye yönelik gibi görünen isteklerinin arkasında asıl amaçlarının Avrupa’da kurulmaya başla­nan müzeler için antika eşya ve yazma eser toplamak ve bunun da ötesinde Osmanlı şehir ve kasabalarında misyoner­lik faaliyetlerinde bulunmak olduğu Os­manlı makamlarınca anlaşılmış, bu se­beple faaliyetlerinin devamlı takip edil­mesi mahallî idarecilerden istenmiştir.

 

Emannâme, eman fermanı tabirleri kaynaklarda sıkça geçmekteyse de bunla­rın çoğunlukla savaş sonunda gayri Müslimlere verilen zimmet taahhüdü, ahitname, hatta bazen menşur veya berat ma­hiyetinde olduğu görülmektedir. Nitekim Fatih Sultan Mehmet’in Galata halkına verdiği ‘emannâme’ ahitname adıyla da anıldığı gibi Yavuz Sultan Selim’in, Ku­düs’ün fethi üzerine Rum ve Ermenilere verdiği çeşitli imtiyaz ve muafiyetleri içi­ne alan bir emannâme vermiş olması da bu şekilde değer­lendirilebilir.

 

Emannâmeler diğer padişah belgeleri gibi üstünde tuğra taşımakta, unvan kısmında ise yemin cümleleri yer almaktadır. Fatih’in emannâmesi, ‘Ben ulu padişah’ şeklindeki unvandan sonra Allah’a, Rasûlüne, ilâhî kitaplara, 124.000 pey­gambere, dedesinin, babasının, kendisi­nin ve oğlunun başlarına, kuşandığı kılı­ca yemin ederek başlamakta, daha son­ra bahşedilen haklar sayılmakta ve tarihle bitmektedir. Eğri Kalesi’ni emanla teslim alan III. Mehmet’in kale halkına verdiği emannâme ise yeminden sonra, ‘Bindiğim at, kuşandığım kılıç hakkı için’ ibaresiyle başlamaktadır.

 

                            İslâm Hukukunda Eman

 

Gerek Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hulefâyi Râşidîn dönemindeki eman uygulamaları, gerekse ileriki dönemler­de devletlerarası ilişkilerin aldığı yeni şekillere bağlı olarak emanın kapsam ve amacındaki kısmî değişmeler, İslâm hukuk doktrinindeki eman kavram ve te­lakkisinin aslî kaynaklarını teşkil eder. İslâm hukuk literatürünün devletlerarası hukuka ilişkin bölümlerinde emanın şekli, meydana gelişi, sonuçları, eman verme yetkisi gibi konularda ayrıntılı bir hukuk doktrini gelişmiş, hukuk ekolleri köklü bir geçmişi ve yaygın bir uygulaması olan bu kurumu hukukî bir anlatım ve açıkla­maya kavuşturmak için çalışmışlardır. İslâm hukukçuları emanın kuruluş ve geçerliliğiyle ilgili olarak bazı unsur ve şartların mevcudiyetini gerekli görmüş­lerdir.

 

l. Taraflar: Eman akdinin tarafları eman veren ile eman isteyendir. Eman verecek kimse mükellef herhangi bir Müslüman, devlet başkanı veya temsilcisi ola­bilir. Aralarında İmâmiyye, Zeydiyye ve İbâzıyye’nin de bulunduğu birçok mez­hep imamı, “Müslümanlar kendileri dı­şındakilere karşı tek bir el gibidir. Kendi aralarında ise kanları ve malları eşittir. En düşük seviyede olanları dahi onlar adına eman verebilir.”[69] Mealindeki hadis-i şerife dayanarak kadın-erkek, hür-köle mükellef bulunan her Müslüman’ın ver­diği emanın geçerli olduğunu kabul eder­ken Mâlikî mezhebinden İbnü’l-Mâcişûn ve İbn Habîb es-Sülemî devlet baş­kanının onayı şartını getirmektedirler. Sâfiî, Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî ve bir rivayete göre Ebu Yûsuf ile İmam Mâlik kölenin emanını geçerli sayarken Ebu Hanîfe ve Sahnûn, bir başka rivayete göre de Ebu Yû­suf ve Mâlik bunun için efendisinden ci­hada çıkma izni almış bulunmasını şart koşmuşlardır. Ebu Hanîfe’nin daha sonra bu görüşünden döndüğü de rivayet edi­lir. Âlimlerin çoğunluğu mümeyyiz ol­mayan çocuk ve akıl hastasının emanını geçersiz sayarken mümeyyiz çocuğun emanı konusunda farklı görüşler belirt­mişlerdir. Mâlik b. Enes, Ahmed b. Han­bel ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî mümeyyiz çocuğun emanını caiz görmek­te, Ebu Hanîfe, Ebu Yûsuf, Şafiî, bir ri­vayete göre Ahmed b. Hanbel ile Zey­diyye, İmâmiyye ve İbâzıyye mezhepleri aksini savunmakta, Sahnûn ise devlet başkanının onayı şartını koymaktadır. Zimmînin verdiği emanın caiz olmadığı hususunda ise bütün âlimler görüş bir­liği içindedir.

 

Eman isteyen taraf kadın veya erkek, herhangi bir dine mensup veya dinsiz, tek bir kişi ya da bir topluluk olabilir. Bir erkeğe verilen eman hem kendisi­nin hem de yanında bulunan aile fertle­rinin can ve mallarını hukukî güvence altına alır. Eman isteyen kişide casus­luk, sabotaj, kışkırtıcılık gibi zarar ver­meye yönelik bir kastın olmaması şartı aranmaktadır.

 

2. İrade Beyanı. Emanda asıl olan, eman verecek kimsenin iradesini cebir ve hile gibi ayıplardan uzak bir şekilde beyan etmesidir. Bazı âlimler, emanın çift ta­raflı irade beyanı olan icap ve kabul ile gerçekleşebileceğini ileri sürerken ço­ğunluk sadece eman verenin tek taraflı irade beyanını yeterli görmüştür. Ancak Mâlikî ve Hanbelîler müste’menin ken­disine eman verildiğini bilmesi ve bunu reddetmemesi şartını getirirken Hanefiler eman verildiğine dair sözlü ifadeyi açıkça duyması kaydını koymaktadırlar. Şâfiîler de akdin sıhhati için, yabancının kendisine eman verildiğini bilmesi ve davranışlarıyla da olsa kabul ettiğini be­lirtmesi şartını ileri sürmektedirler.

 

Her Müslüman, kendisinden eman ta­lep eden yabancıya olumlu veya olum­suz cevap verme hürriyetine sahiptir. Ancak hiçbir kötü niyeti olmaksızın sa­dece Allah kelâmını dinlemek veya İs­lâm dinini öğrenmek isteyen bir yabancıya eman verilmesi Tevbe sûresinin 6. ayetine dayanılarak vacip sayılmıştır. Eman vermek için yabancının talepte bulunması da şart değildir. Bunun bir örneği, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Mekke’nin fet­hi esnasında birkaç kişi hariç bütün şe­hir halkına verdiği emandır.

 

İrade beyanı sözlü, yazılı ve zımnî ol­mak üzere çeşitli şekillerde yapılabilir. Sözlü beyan, ‘Sana eman verdim’; ‘Emanım altındasın’ gibi açık ifadelerle (el-emânü’s-sarîh) olabileceği gibi, ‘Gel’; ‘Hoş geldin’; ‘Başımızın üstünde yerin var’ türünden kapalı lafızlarla da (el-emân bi’l-kinâye) olabilir. Yazılı eman (el-emân bi’l-kitâbe) elden verilen ya da posta yoluyla gönderilen bir belge olabilir. Zımnî eman ise (el-emân bi’l-işâre) karşı tarafın anla­yabileceği birtakım işaret veya alâmet­lerle gerçekleşebilir. Meselâ Hz. Peygam­ber (s.a.v.)’in bir defasında eman verdiğinin bir delili olarak Safvân b. Ümeyye’ye sarığı­nı gönderdiği bilinmektedir. Eman bizzat verilebileceği gibi asil adına vekil, bir topluluk adına mümes­sil tarafından da verilebilir. Ayrıca biz­zat istenebileceği gibi vekil veya mümes­sil aracılığı ile de istenebilir. Esas itiba­riyle şekil şartlarını belirleyen örf ve ih­tiyaçlardır. Farklı yer ve zamanlarda fark­lı uygulamalar söz konusu olabilir.

 

3. Konusu. Emanın konusu eman veri­len kimsenin güvenliğinin sağlanması­dır. Bunun, müste’menin kendi can gü­venliğine ek olarak yanındaki malların, eşinin ve velayeti altındaki diğer aile fertlerinin emniyetini de içerip içerme­diği tartışma konusudur. Hanbelîler ve Zeydîler müste’menin canı, malı ve küçük çocuklarının emanın kapsamına dahil olduğunu söylerken Şâfiîler bunu ema­nın devlet başkanı tarafından verilmesi şartına bağlamaktadırlar. Mâverdî’ye gö­re herhangi bir kayıtla sınırlandırılma­mış mutlak eman müste’menin can, mal ve aile fertlerinin emniyetini kapsamına alır. Mâlikîler’e göre de bu konuda hü­küm koşulan şarta göredir. Hanefîler çer­çeveyi daha geniş tutarak küçük çocuk­lar, eşler, bekâr kızlar, kız kardeşler, ha­lalar, teyzelerle anne ve büyükanneyi aile fertleri arasında saymışlardır. Aile fert­leri kavramının kapsamı üzerinde ihti­lâf eden âlimler, müste’menin kendi ül­kesindeki malları ve ailesinin eman kapsamına girmediği hususunda ittifak ha­lindedirler.

 

Akdin konusu müste’menin güvenliği­nin temini olduğuna göre emanın, eman veren kimsenin mensup olduğu İslâm ülkesinde veya sınırdaki tampon bölge­de verilmiş olması gerekir. Hukukçula­rın çoğunluğuna göre düşman ülkesin­de (dâru’l-harp) esir, tacir, gezginci vb. sı­fatlarla bulunan bir Müslüman’ın verdi­ği eman geçerli değildir. Ancak Hanbe­lîler ve bir rivayete göre de Şafiî yalnız ikrah altında verilen emanın geçersiz ola­cağını söylemişlerdir.



[59]  Tevbe sûresi,  9/6.

[60]  Bakara sûresi, 2/126.

[61]  Tîn sûresi, 95/3.

[62]  Âl-i İmrân sûresi, 3/97.

[63]  Nesâî, Tahrîm, 14.

[64] İbn Kayyim el-Cevziyye, 111,411-412.

[65]  Buharî, Kefalet, 4; Menâkıbü’l-ensâr, 45.

[66]  Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr, 45.

[67]  Tevbe sûresi,  9/6.

[68]  Buharî, Cizye, 10; Ferâiz, 21; İ’tisam, 5.

[69]  İbn Mâce, Diyât, 31; Ebû Dâvüd, Cihâd, 147.