EMAN
‘Emin olmak, güvenmek’ anlamındaki Arapça ‘emn’ kökünden türemiş bir isim olan ‘eman’, güven, güvence, güvenlik manasına gelir. Hukuk terimi olarak İslâm ülkesine (dâru’l-İslâm) girmek veya İslâm ordusuna teslim olmak isteyen yabancı gayr-i Müslime (harbî) can ve mal güvencesi sağlayan taahhüt veya akdi ifade eder. Bu tarifte yer alan harbî, İslâm devletiyle arasında barış antlaşması bulunmayan yabancı devlet tebaası (vatandaş) demektir. Eman, Kur’an-ı Kerim’de aynı manaya gelen ‘civar’ kelimesiyle ifade edilmiştir. [59] Hadislerde ise ayrıca ‘ahd’ ve ‘zimmet’ kelimeleri de kullanılmıştır. Eman isteyen kimseye ‘müste’min’, eman verilene ‘müste’men’, eman veren kişiye de ‘müemmin’ denir.
Tarih ve dille ilgili literatür ‘eman’ geleneğinin ‘Sâmî’ kökenli olduğunu gösteriyorsa da farklı toplumlarda benzer uygulamalara her zaman rastlanmıştır. Eski çağlarda sığınma ihtiyacı duyan kimseler için en güvenli yerler daha çok mabetlerdi. Eski Yunan’da tapınaklar, Yahudi ve Hıristiyanlarda havra ve kiliseler, manastırlar ve bunların müştemilâtı, kurban kesim mahalleri başlıca sığınma yerleriydi. Bunların dışında, Eski Ahid’in çeşitli yerlerinde kaydedildiğine göre yanlışlıkla adam öldüren veya bir suç işleyen kimsenin belirlenen güvenli şehirlere sığınması eman anlamı taşıyordu. Suçlular sığındıkları bu güvenli şehirlerde oranın yaşlı ve tecrübeli kişileri tarafından yargılanır ve suçsuzlukları ortaya çıktığı takdirde güvence altına alınırlardı. Ancak kasten adam öldüren veya suç işleyene cezası verilirdi. Yeryüzündeki mabetlerin en önemlisi olan Kâbe’nin ve çevresinin ‘harem’ olarak nitelendirilmesi bu özelliğinden dolayıdır. Kur’an’da, Hz. İbrahim (a.s.)’in güvenli bir belde olması için dua ettiği [60] Mekke’ye, ‘Emîn (güvenli) beldeye ant olsun ki..’ denilerek yemin edilir. [61] Ayrıca Mescid-i Haram’a girenin emniyet içinde olacağı belirtilir. [62]
Mekke’nin fethi sırasında Harem’i güvenli bölge ilân eden ve bütün insanlara eman veren Hz. Peygamber (s.a.v.) sadece dokuz kişiyi bunun dışında tutmuş ve ‘Kâbe’nin örtüsüne yapışmış olsalar dahi..’ öldürülmelerini emretmiştir. [63] Mekke’nin her zaman ‘harem’ olduğunu bildiren Rasûl-i Ekrem kendisine yalnız kısa bir süre için savaş izni verildiğini de belirtmiştir. [64]
Eman uygulamasının Arap toplumunda İslâm öncesi döneme uzanan köklü bir geçmişi vardır. Kabile hâkimiyet ve sorumluluğunun ön planda olduğu devirlerde eman, hem kabileler arası savaşlarda belli şahıs ve gruplara teslim olmaları halinde mal ve canları için güvence vererek gereksiz yere kan dökülmesini önleyici ve barışı kolaylaştırıcı, hem de topluluklar arası ticarî ve sosyal ilişkilerin artması için kabile veya şehir devletinin hâkimiyet alanı dâhilinde yabancıların güven içinde dolaşmasını sağlayıcı bir fonksiyon üstlenmiştir.
Cahilliye döneminde Arap yarımadasının her tarafına dağılmış olan kabileler arasındaki ilişkilerde belli bazı teamüller hâkimdi. Kabileler topraklarından yabancıların izinsiz geçişine müsamaha göstermezdi. Ancak aralarında bir antlaşma bulunan kabile mensupları diğer kabile topraklarından rahatça geçebilirdi. Mekkeli tüccarlar ticaret yapabilmek için kabile reisleriyle anlaşmak ve geçiş izni almak zorundaydılar. Can ve mal güvenliği için hükümdarlar, kabile reisleri ve fertleri eman akdi yaparlardı. Eman akdinin mutlaka yazılı olması gerekmiyordu. Emana delâlet eden bir eşya, bir söz veya hareket bunu ifade edebiliyordu. Bir kabilenin ileri geleni kendi kabilesi içinde veya bir başka kabilede herhangi birine eman verebilirdi. Müemmin, eman verdiği kişinin can, mal ve namusunun korunmasında sorumluluk taşır, gerektiğinde onu müdafaa ederdi. Araplar buna büyük bir değer verirlerdi.
İslâm tarihinin ilk devrindeki bazı eman verme olayları İslâm öncesi geleneğin bir devamı niteliğindedir. Mekke döneminde Hz. Peygamber (s.a.v.), amcası Ebu Talib’in eman anlamı taşıyan himayesiyle müşriklerin muhalefetine rağmen mücadelesine devam edebildi. Ebu Talib’in ölümü üzerine müşrikler suikasta varan girişimlerde bulundular. Hz. Ebu Bekir (r.a.), müşriklerin zulmünden bıkıp Habeşistan’a hicret etmek maksadıyla Mekke ile Yemen arasındaki ‘Berkülgımâd’ mevkiine kadar gitmişken burada karşılaştığı ‘Kare’ kabilesi ileri gelenlerinden İbnü’d-Düğunne’nin kendisine ‘Kefil’ (car) olması üzerine geri döndü. Kureyş’in ileri gelenleri O’nun sadece evinde ibadet etmesi ve Kur’an okuması şartıyla bu emanı kabul ettiler. Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir müddet konulan şartlara uyduysa da daha sonra evinin bahçesine bir mescit yapması, açıktan Kur’an okuması müşriklerin İbnü’d Düğunne’ye şikâyetine sebep oldu ve ondan Hz. Ebu Bekir (r.a.)’e verdiği ‘eman’ı geri almasını istediler. Hz. Ebu Bekir (r.a.) İbnü’d-Düğunne’nin isteği üzerine emanını iade etti. [65] Bu olay, Cahiliye devri Arap toplumunda mevcut eman geleneğinin ayrıntılarını yansıtmaktadır.
Emanın en açık olanı yazılı belge şeklinde verilenidir. Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v.), hicreti sırasında Kureyş’in koyduğu büyük ödülü kazanmak için kendisini takip eden ve karşılaştığı olaylar sebebiyle pişmanlık duyan Sürâka b. Mâlik el-Müdliciye isteği üzerine yazılı bir eman vermiştir. [66] Bu ‘emannâme’ deri bir parşömendi. Emanı yazanın Hz. Ebu Bekir (r.a.) mi, Âmir b. Füheyre mi olduğu hususu ihtilaflıdır. Mekke’nin fethine kadar emannâmeyi saklayan Sürâka o gün belgeyi Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gösterince, Rasûl-i Ekrem, “Bugün vefa ve iyilik günüdür” buyurarak emanına vefa göstermiştir.
Medine döneminde kurulan İslâm devletinin iç ve dış politikasında geçerli hükümler arasında eman önemli bir yer almıştır. Bu dönemden itibaren yabancı kişi ve topluluklara askerî ve sivil anlamda verilen emanların bol örneklerine rastlanmaktadır. Medine’de nazil olan, “Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver, sonra Müslüman olmazsa onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır!”[67] meâlindeki âyetin müşriklerle ilgili olması emanın sadece Müslümanlarla müşrikler arasında bir akid olduğunu düşündürürse de Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine döneminde Müslüman olup önceki suçlarından dolayı kalplerindeki korkuyu atamayanlara ve Ehl-i kitap’tan olanlara da emanlar vermiştir. Bunlar arasında amcası Hz. Hamza (r.a.)’nın katili olan Vahşî gibi kişiler de vardır. Rasûl-i Ekrem’in Ehl-i kitap’tan bazılarına verdiği emannâmelerin (kitâbü emn) bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. Bunlardan Necranlılar’a verilen ve Mugîre b. Şu’be tarafından yazılanı besmele ile başlar; ardından, ‘Bu Allah Rasûlünün Necran halkı için yazdığıdır’ diye devam eder. Oldukça uzun olan emannâme ile, yıllık 2000 takım elbise karşılığında Necran halkının canları, dinleri, toprakları, malları, aşiretleri ve onlara tâbi olanlar Allah Teâlâ’nın himayesi (civar) ve O’nun peygamberi ve elçisi Muhammed (s.a.v.)’in emanı (zimmet) altına alınmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in verdiği emanlar, daha sonra hükümdarlar ve şahıslar tarafından verilen yazılı emanların üslûbunun oluşmasında etkili olmuştur. Emanlar, müemmin ve müste’minin durumuna göre değişiklik arz etmekle beraber genellikle, ‘Bu falanın falan için yazdığı emandır’ ibaresi, besmele veya Allah (c.c.)’a hamd ile başlar, ardından güvence altına alınan şeyler ve tarih zikredilir, arkasından da bunların Allah’ın, Rasûlü’nün ve eman veren kişinin emanıyla güvencede oldukları belirtilirdi. Emanı veren hükümdarsa onu övücü sözler de ‘emannâme’de yer alırdı. Muhasara sırasında verilen umumi emanlardan bazı kimseler hariç tutulabilirdi. Bu tür emanlar sadece gayri Müslimlere verilmezdi; Müslümanların kendi aralarında çıkan iç savaşlar sırasında da birbirlerine eman verdikleri olurdu.
Müemmin tarafından müste’mine gönderilen veya bizzat verilen bir eşya kendisine eman verildiğine delâlet edebilirdi. Bu eşya eman verenin giydiği bir elbise veya taktığı bir yüzük olabilirdi. Eyle Yahudileri, Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından kendilerine bu anlamda bir hırka verildiğini iddia ederlerdi. Rasûl-i Ekrem, Mekke’nin fethedildiği gün hayatından endişe ederek şehirden kaçan Safvân b. Ümeyye’ye eman işareti olarak bir hırkasını göndermiştir. Bunun sarık olduğu da rivayet edilmiştir. Ebu Müslimnâme’de geçen ‘eman yüzüğü’ ifadesi bu geleneğin daha sonra da devam ettiğini göstermektedir. Bu tür eşya eman verildiğinin bir kanıtı olarak muhafaza edilirdi. Kuşatma sırasında Müslümanlardan birinin söylediği ve kinaye yoluyla da olsa eman anlamı taşıyan yahut bu şekilde yorumlanan bir söz veya davranışın da eman gibi telakki edildiği görülmüştür. Bu konudaki uygulama ve yorum farklılıkları meseleyi oldukça karmaşık hale getirdiği için İmam Serahsî, bir âlimi nahiv ve fıkıh alanında imtihan etmek için ona eman konusunun sorulmasını tavsiye etmiştir.
Müslüman kadınların, mümeyyiz çocukların ve savaşa katılma izni olan Müslüman kölelerin eman verdiğini ve bunun geçerli sayıldığını gösteren örnekler de vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.), “Müslümanların eman’ı birdir; en aşağı derecede bulunan bir Müslüman da eman verebilir.” buyurmuştur.[68]
Rasûl-i Ekrem, kızı Zeyneb’in kocası Ebü’l-Âs b. Rebîa’ya ve fetih günü amcası Ebu Talib’in kızı Ümmü Hânî’nin kocasının iki yakınına verdiği emanları kabul etmiştir. Hz. Ömer (r.a.) devrinde İran’a karşı yapılan savaşlar sırasında muhasara edilen kaleye bir köle tarafından okla fırlatılan ve ‘Korkmayın’ anlamına gelen Farsça not kaledekiler tarafından eman şeklinde yorumlanmış ve bunun üzerine dışarı çıkmışlardır. Ancak Müslümanlar bu emanın geçerli olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişler, konuyu bir mektupla bildirdikleri Hz. Ömer (r.a.) kendilerine, ‘Köle de Müslümanlardan biridir ve emanı geçerlidir’ cevabını vermiştir.
İslâm fütuhatı sırasında Müslümanların bilhassa kuşattıkları şehirlerde bulunan düşmanlara canlarına, mallarına, ibadethanelerine dokunmamak üzere emannâmeler yazıp verdikleri ve bunun savaşı sona erdiren bir usul olarak sıkça kullanıldığı yönünde kaynaklarda bir hayli bilgi ve rivayet mevcuttur. Bunlardan bir kısmının bazı şartlar taşıdığı da olurdu. Daha sonraki dönemlerde bu emannâmelerin yanı sıra seyahat ve ticaret için verilen emanlarla Müslümanların iç çatışmalar sırasında birbirlerine verdikleri emanlar da önemli bir yekûn tutmaktadır. Böylece İslâm döneminde emanın savaş esnasında düşmandan belli bir şahsa, topluluğa veya bir bölge halkına tanınan dokunulmazlık güvencesinden ticaret, diplomasi, eğitim, seyahat gibi çeşitli sebeplerle İslâm ülkesinde bulunmak isteyen yabancıya verilen imtiyaz ve güvenceye kadar geniş bir kapsam kazandığı ve giderek bir kurum haline geldiği görülür.
Osmanlı Devleti’nde ‘eman anlayışı’ esas itibariyle İslâmî anlayışa dayanmaktaysa da Osmanlıların çok farklı millet ve devletle olan çeşitli münasebetleri sonunda emanın daha geniş bir muhteva ve oldukça yaygın bir uygulama alanı kazandığı dikkati çeker. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluş yükseliş devirlerindeki uygulama ile 17-18. Yüzyıllarda Batı’nın Osmanlılar karşısında güç kazandığı ve nihayet 19. Yüzyılda diplomasi de mütekabiliyetin benimsendiği dönemlerdeki eman uygulamaları da farklılıklar göstermektedir. Zira eman bir ülkenin dış siyaseti ve gücüyle ilgili bir kavram olarak uygulanmaktadır.
Osmanlı kaynaklarında çok çeşitli şekillerine rastlanan emanın en yaygın olanı bir beldenin, bir kalenin fethi öncesinde veya sonrasında uygulanan biçimidir. Ancak bu eman, klasik anlamdaki emandan ziyade savaştan sonra zimmîlerle yapılan zimmet akdi ve bu akid çerçevesinde zimmîler için verilen dokunulmazlık güvencesi mahiyetindedir. Tek taraflı bir taahhüt niteliğindeki bu belgelerin ‘emannâme’ olarak da anılması, gayr-i Müslimlerin temel hak ve hürriyetleri için belli güvenceler getirmiş olmasına dayanır. Fatih Sultan Mehmet dönemindeki bazı uygulamalar bu konuda tipik özellikler taşımaktadır. Fatih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden hemen sonra Haziran 1453’te Galata Cenevizlileri’ne bir emannâme (ahidnâme) vermiş, bu emannâme daha sonra Latinlere de teşmil edilmiştir. Aslı bugün mevcut olmayan bu belgenin çeşitli suretleri ve tercümeleri bulunmaktadır. Paris Bibliothèque Nationale’de bulunan bir suretin başında emannâmenin aslının Rumca yazılıp üzerine tuğra çekildiği belirtilmektedir. Fâtih Sultan Mehmed’in bu emannâmesinin tesiri büyük olmuş, gerek Osmanlı hukukçuları gerekse zaman zaman imtiyazları kısıtlanan gayr-i Müslimler bu emana atıfta bulunarak davalarını teyit etmek istemişlerdir. Bazı Bizans soylularının ve onların yakınlarının vaktiyle Bizans’ı ihya etme sevdasına düştüklerini hatırlayıp vehme kapılan Yavuz Sultan Selim’in, Rumlar’ın ya Müslüman olmalarını veya İstanbul’u terk etmelerini emretmesi karşısında Şeyhü’l-İslâm Zenbilli Ali Efendi’nin padişaha dedesi Fatih’in bunlara emannâme bahşettiği, şu anda böyle bir uygulamanın şer’an caiz olmayacağı yönünde bir fetva verdiği, ancak Yavuz’un emannâmeyi görmek istediği, bu sebeple çağrılan patriğin belgenin bir yangında yandığını söylemesi üzerine Şeyhü’l-İslâm’ın olayın ispatının yeterli olacağını bildirdiği ve çok yaşlı iki yeniçerinin Dîvân-ı Hümâyun’da böyle bir emannâme verildiği konusunda şehadette bulunmasıyla meselenin halledildiği şeklindeki rivayet bu anlayışın tipik bir örneğidir. Aynı şekilde Fatih döneminde Bosna’nın fethi sırasında Mahmud Paşa’nın Bosna kralına verdiği eman da tartışma konusu olmuştur. Bölgede kesin hâkimiyet kurmak isteyen Fatih Sultan Mehmet, kendi arzusu dışında verilen bu emanı ileride problem olacağı düşüncesiyle hükümsüz saymak için şer’î mesnet ararken ulemâdan Ali Bistâmî’nin, ‘kulun verdiği emanı sultanın devlet menfaatine aykırı bulduğunda kaldırabileceği’ yolundaki fetvası ile emanı geçersiz saymış ve buranın kılıçla fethedildiğini ileri sürerek kral ve yanındaki üç beyi ortadan kaldırtmıştır. Fatih’in bu icraatı, devlete bağlılığı ve kamu düzenini temin, isyan ve fesadı önleme tedbirine dayandırılarak caiz görülmüşse de ona muhalif çevrelerin tepkisine yol açmıştır.
Osmanlı döneminde kalelerin kuşatılması ve fethi sırasında emanın ve bir kaleyi barış yoluyla teslim anlamına gelen ‘vire ile teslim’in sıkça karşılaşılan bir uygulama olduğu bilinmektedir. Osmanlı belgelerinde ve kroniklerinde ‘eman, eman vermek, eman kâğıdı’ gibi tabirler yanında ‘vire, vire ile teslim, vire kâğıdı, vire bayrağı’ tabirlerine de rastlanmaktadır. Belgelerden anlaşıldığına göre eman ile vire aynı anlamı veya birbirini tamamlayan iki safhayı ifade etmektedir. Nitekim Kanunî Sultan Süleyman’ın Bosna Beyi Malkoç Bey’e ve Budin beylerbeyine gönderdiği iki hükümde karşı tarafın ‘vireye mugayir’ harekette bulunmaması, Osmanlı idarecilerinin de ‘ahd ü emana riayeti’ tenbih edilmektedir. Kalelerin vire ile ve eman talebiyle teslimleri genellikle kolay olmuyor, uzun süren kuşatma ve can ve mal kaybından sonra gerçekleşiyordu. 1548’de İran seferinde Van Kalesi’nin kuşatılması sırasında zor durumda kalan kale müdafilerinden bazıları kaleden iplerle inip boyunlarında kefenleri olduğu halde Osmanlı ordugâhına gelerek eman dilemişler, bunun üzerine 24 Ağustos 1548’de içerideki muhafızların çıkıp gitmesine izin verilerek Van Kalesi emanla teslim alınmıştı. 1638 Bağdat Seferi’nde kuşatılan kaledeki muhafızlar bir aydan fazla direndikten ve birçok zayiat verdikten sonra eman talebiyle teslim olmuşlardı. Girit ve Resmo kuşatmaları da iki aya yakın sürmüş, çaresiz kalan düşman eman talebiyle teslim olmuştu. Kalelerin fethi esnasında bazen kaledekilere teslim şartlarını ihtiva eden eman kâğıdı, vire kâğıdı verilebilirdi. Meselâ 1690 Eylülünde Niş Kalesi’nin fethi sırasında kaleden çıkacaklara eman kâğıdı verilmiş, böylece yaşlı, çocuk, kadın, erkek, Müslüman esirlerden 150’si çıkmış, Macar ve Avusturya askerlerine istedikleri yere gitmelerine izin verilmiş, ancak bunların içinde yer alan 399 ‘haydut’ (hayduk) öldürülmüştür. Lajdin Kalesi halkına 1674’te eman verilmesi sırasında taraflar arasında ilginç bir görüşme cereyan etmiştir. Kalenin muhasarası esnasında birkaç Hıristiyan dışarı çıkarak kendilerini padişahın halis tebaası şeklinde tanıtıp mücadele edenlerin ‘Barabaş ve Nemçeli kâfirler’ olduğunu, kale halkının esir olma karşılığında eman talep ettiğini bildirmişlerdi. Bunun üzerine eğer sadık tebaa iseler eşkıya güruhundan tamamen ayrılmaları gerektiği, aksi halde kendilerine eman verilmeyeceği belirtilmiş, ardından kale muhafızlarının ileri gelenlerinden birkaç kişi daha sadrazamın huzuruna çıkıp kaledekilerin esirliği kabul ettiklerini bildirince kendilerine eman kâğıdı verilmişti. Böylece emanla hayatları bağışlananlar esir alınarak tersaneye gönderilmişti.
Osmanlı Devleti’nde emanın yaygın olarak kullanıldığı ve çok çeşitli siyasî ve ekonomik problemlerin çıktığı bir başka alanı ise Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti nezdindeki elçi ve konsolosları ile tüccarlarının faaliyetleri ve statüleriyle ilgili uygulamalar oluşturmaktadır. İstanbul’un fethinin ardından önce Venedik, daha sonra büyük Avrupa devletleri eman statüsü içinde tek taraflı olarak kendilerine verilen ahitnamelerle İstanbul’da daimî elçilik, büyük şehirlerde ise konsolosluklar açmışlardır. Kendilerine bahşedilen ahitnamelerin hemen hepsinin başında dostluk ve sadakat anlayışı ile emanın verildiği, buna aykırı hareketlerden kaçınılması gerektiği önemle belirtilmiştir. Nitekim ahitname verilen devletin düşmanca bir tavır içinde olduğu veya savaş çıktığı zaman bu devletin elçi ve konsolosu ağır hakaretlere maruz kalır, Yedikule’ye hapsedilirdi. Osmanlı tarihinde buna dair birçok örnek bulunmaktadır.
Eman uygulamasında en yoğun problemler, eman sahibi gayr-i Müslim tüccarların durumlarıyla ilgili olarak ortaya çıkıyordu. Bu nevi tüccara, mensup olduğu devlete verilen ahitname hükümlerine göre beratlar verilir, kendilerine can ve mal güvenliği, bazı hallerde kıyafet serbestliği, Müslim ve gayr-i Müslim Osmanlı tüccarından ayrı olarak çeşitli imtiyaz ve muafiyetler tanınır, buna karşılık belirlenen şartlara riayet etmeleri istenirdi. Ancak emanlı tüccarın Osmanlı ülkesinde nail olduğu muafiyet ve imtiyazlardan dolayı birçok Osmanlı tebaası, zimmî tercüman ve tüccar adı altında elçiliklerden temin ettiği ‘patente’ denilen belge ile müste’men statüsüne kavuşuyordu. Ahitnamelerde yabancı devlet elçilerine bu konuda tanınan sınırlı kontenjan özellikle Rus elçilerince alabildiğine istismar edilmiş, ticarî ve siyasî açıdan Osmanlılar aleyhine olarak pek çok zimmîyi bu statüye kavuşturmuşlardı. Devlet her bakımdan kendi zararına olan bu uygulamayı önlemek ve hatta kaldırmak için 18. yüzyılda birçok ferman çıkarmış, ancak dış siyasetteki gücünün zayıflaması sebebiyle bunun önünü alamamıştır. Meselâ III. Ahmet, Şubat 1722’de İzmir ve civarındaki kadılıklara gönderdiği uzun bir fermanda bütün ayrıntılarıyla bu gayr-i hukukî uygulamayı anlatarak önlenmesini istemişti. Bu konuda ciddi sayılabilecek başarı ise ancak III. Selim zamanında sağlanabildi. Ayrıca devlet çeşitli vesilelerle emanlı harbîleri zimmî statüsüne kaydırarak onları cizye mükellefi yapmaya çalışmıştı.
Bu konuda Osmanlı fetva mecmualarında çeşitli örnekler mevcuttur. İkamet süresi bir yılı aşan müste’men zimmî sayıldığı gibi emanla Osmanlı ülkesine gelip zimmî erkekle evlenen harbî bir kadının da zimmî olacağı bu fetvalarda belirtilmiştir. Öte yandan başlangıçtan beri devlet kendi tebaası olan zimmîyi harbîden hukuken üstün görmüştür. Ebüssuûd Efendi’nin, emanla gelen harbîlerin zimmî lehine şehadet edemeyeceğini, bu konuda ahitnamelerde yer alan hükmün cahil kâtipler tarafından yazıldığını belirten, ‘Nâmeşru olan nesneye emr-i sultanî olmaz’ şeklindeki sert fetvası buna bir örnektir.
Diğer bir husus da emanlı tüccarın kendi elçi veya konsolosları vasıtasıyla iş yapması gerekirken muhtelif sebeplerle doğrudan Osmanlı makamları ile muhatap olmasıydı. Buna engel olmak için çeşitli hükümler çıkarılmıştır. İstanbul kaymakamına, İstanbul ve Galata kadılarına hitaben çıkarılan 1699 tarihli bir fermanda müste’men tüccarın elçileri marifeti ve arzlarıyla müracaat etmeyip kendi arzuhali ile iş görmesine engel olunması ve bu nevi arzuhallerin reddedilmesi emredilmektedir.
19. Yüzyılda Doğu’yu gezmek, Kudüs’e kutsal ziyarette bulunmak isteyen Avrupalı ve Amerikalı seyyahların, macera meraklısı zenginlerin kendi elçilikleri vasıtasıyla Osmanlı Devletinden aldıkları pasaport ve mürur tezkireleri de emanın bir türünü teşkil etmektedir. Ancak bunların kutsal yerleri ziyaret etmeye yönelik gibi görünen isteklerinin arkasında asıl amaçlarının Avrupa’da kurulmaya başlanan müzeler için antika eşya ve yazma eser toplamak ve bunun da ötesinde Osmanlı şehir ve kasabalarında misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak olduğu Osmanlı makamlarınca anlaşılmış, bu sebeple faaliyetlerinin devamlı takip edilmesi mahallî idarecilerden istenmiştir.
Emannâme, eman fermanı tabirleri kaynaklarda sıkça geçmekteyse de bunların çoğunlukla savaş sonunda gayri Müslimlere verilen zimmet taahhüdü, ahitname, hatta bazen menşur veya berat mahiyetinde olduğu görülmektedir. Nitekim Fatih Sultan Mehmet’in Galata halkına verdiği ‘emannâme’ ahitname adıyla da anıldığı gibi Yavuz Sultan Selim’in, Kudüs’ün fethi üzerine Rum ve Ermenilere verdiği çeşitli imtiyaz ve muafiyetleri içine alan bir emannâme vermiş olması da bu şekilde değerlendirilebilir.
Emannâmeler diğer padişah belgeleri gibi üstünde tuğra taşımakta, unvan kısmında ise yemin cümleleri yer almaktadır. Fatih’in emannâmesi, ‘Ben ulu padişah’ şeklindeki unvandan sonra Allah’a, Rasûlüne, ilâhî kitaplara, 124.000 peygambere, dedesinin, babasının, kendisinin ve oğlunun başlarına, kuşandığı kılıca yemin ederek başlamakta, daha sonra bahşedilen haklar sayılmakta ve tarihle bitmektedir. Eğri Kalesi’ni emanla teslim alan III. Mehmet’in kale halkına verdiği emannâme ise yeminden sonra, ‘Bindiğim at, kuşandığım kılıç hakkı için’ ibaresiyle başlamaktadır.
İslâm Hukukunda Eman
Gerek Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hulefâyi Râşidîn dönemindeki eman uygulamaları, gerekse ileriki dönemlerde devletlerarası ilişkilerin aldığı yeni şekillere bağlı olarak emanın kapsam ve amacındaki kısmî değişmeler, İslâm hukuk doktrinindeki eman kavram ve telakkisinin aslî kaynaklarını teşkil eder. İslâm hukuk literatürünün devletlerarası hukuka ilişkin bölümlerinde emanın şekli, meydana gelişi, sonuçları, eman verme yetkisi gibi konularda ayrıntılı bir hukuk doktrini gelişmiş, hukuk ekolleri köklü bir geçmişi ve yaygın bir uygulaması olan bu kurumu hukukî bir anlatım ve açıklamaya kavuşturmak için çalışmışlardır. İslâm hukukçuları emanın kuruluş ve geçerliliğiyle ilgili olarak bazı unsur ve şartların mevcudiyetini gerekli görmüşlerdir.
l. Taraflar: Eman akdinin tarafları eman veren ile eman isteyendir. Eman verecek kimse mükellef herhangi bir Müslüman, devlet başkanı veya temsilcisi olabilir. Aralarında İmâmiyye, Zeydiyye ve İbâzıyye’nin de bulunduğu birçok mezhep imamı, “Müslümanlar kendileri dışındakilere karşı tek bir el gibidir. Kendi aralarında ise kanları ve malları eşittir. En düşük seviyede olanları dahi onlar adına eman verebilir.”[69] Mealindeki hadis-i şerife dayanarak kadın-erkek, hür-köle mükellef bulunan her Müslüman’ın verdiği emanın geçerli olduğunu kabul ederken Mâlikî mezhebinden İbnü’l-Mâcişûn ve İbn Habîb es-Sülemî devlet başkanının onayı şartını getirmektedirler. Sâfiî, Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî ve bir rivayete göre Ebu Yûsuf ile İmam Mâlik kölenin emanını geçerli sayarken Ebu Hanîfe ve Sahnûn, bir başka rivayete göre de Ebu Yûsuf ve Mâlik bunun için efendisinden cihada çıkma izni almış bulunmasını şart koşmuşlardır. Ebu Hanîfe’nin daha sonra bu görüşünden döndüğü de rivayet edilir. Âlimlerin çoğunluğu mümeyyiz olmayan çocuk ve akıl hastasının emanını geçersiz sayarken mümeyyiz çocuğun emanı konusunda farklı görüşler belirtmişlerdir. Mâlik b. Enes, Ahmed b. Hanbel ve Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî mümeyyiz çocuğun emanını caiz görmekte, Ebu Hanîfe, Ebu Yûsuf, Şafiî, bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel ile Zeydiyye, İmâmiyye ve İbâzıyye mezhepleri aksini savunmakta, Sahnûn ise devlet başkanının onayı şartını koymaktadır. Zimmînin verdiği emanın caiz olmadığı hususunda ise bütün âlimler görüş birliği içindedir.
Eman isteyen taraf kadın veya erkek, herhangi bir dine mensup veya dinsiz, tek bir kişi ya da bir topluluk olabilir. Bir erkeğe verilen eman hem kendisinin hem de yanında bulunan aile fertlerinin can ve mallarını hukukî güvence altına alır. Eman isteyen kişide casusluk, sabotaj, kışkırtıcılık gibi zarar vermeye yönelik bir kastın olmaması şartı aranmaktadır.
2. İrade Beyanı. Emanda asıl olan, eman verecek kimsenin iradesini cebir ve hile gibi ayıplardan uzak bir şekilde beyan etmesidir. Bazı âlimler, emanın çift taraflı irade beyanı olan icap ve kabul ile gerçekleşebileceğini ileri sürerken çoğunluk sadece eman verenin tek taraflı irade beyanını yeterli görmüştür. Ancak Mâlikî ve Hanbelîler müste’menin kendisine eman verildiğini bilmesi ve bunu reddetmemesi şartını getirirken Hanefiler eman verildiğine dair sözlü ifadeyi açıkça duyması kaydını koymaktadırlar. Şâfiîler de akdin sıhhati için, yabancının kendisine eman verildiğini bilmesi ve davranışlarıyla da olsa kabul ettiğini belirtmesi şartını ileri sürmektedirler.
Her Müslüman, kendisinden eman talep eden yabancıya olumlu veya olumsuz cevap verme hürriyetine sahiptir. Ancak hiçbir kötü niyeti olmaksızın sadece Allah kelâmını dinlemek veya İslâm dinini öğrenmek isteyen bir yabancıya eman verilmesi Tevbe sûresinin 6. ayetine dayanılarak vacip sayılmıştır. Eman vermek için yabancının talepte bulunması da şart değildir. Bunun bir örneği, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Mekke’nin fethi esnasında birkaç kişi hariç bütün şehir halkına verdiği emandır.
İrade beyanı sözlü, yazılı ve zımnî olmak üzere çeşitli şekillerde yapılabilir. Sözlü beyan, ‘Sana eman verdim’; ‘Emanım altındasın’ gibi açık ifadelerle (el-emânü’s-sarîh) olabileceği gibi, ‘Gel’; ‘Hoş geldin’; ‘Başımızın üstünde yerin var’ türünden kapalı lafızlarla da (el-emân bi’l-kinâye) olabilir. Yazılı eman (el-emân bi’l-kitâbe) elden verilen ya da posta yoluyla gönderilen bir belge olabilir. Zımnî eman ise (el-emân bi’l-işâre) karşı tarafın anlayabileceği birtakım işaret veya alâmetlerle gerçekleşebilir. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir defasında eman verdiğinin bir delili olarak Safvân b. Ümeyye’ye sarığını gönderdiği bilinmektedir. Eman bizzat verilebileceği gibi asil adına vekil, bir topluluk adına mümessil tarafından da verilebilir. Ayrıca bizzat istenebileceği gibi vekil veya mümessil aracılığı ile de istenebilir. Esas itibariyle şekil şartlarını belirleyen örf ve ihtiyaçlardır. Farklı yer ve zamanlarda farklı uygulamalar söz konusu olabilir.
3. Konusu. Emanın konusu eman verilen kimsenin güvenliğinin sağlanmasıdır. Bunun, müste’menin kendi can güvenliğine ek olarak yanındaki malların, eşinin ve velayeti altındaki diğer aile fertlerinin emniyetini de içerip içermediği tartışma konusudur. Hanbelîler ve Zeydîler müste’menin canı, malı ve küçük çocuklarının emanın kapsamına dahil olduğunu söylerken Şâfiîler bunu emanın devlet başkanı tarafından verilmesi şartına bağlamaktadırlar. Mâverdî’ye göre herhangi bir kayıtla sınırlandırılmamış mutlak eman müste’menin can, mal ve aile fertlerinin emniyetini kapsamına alır. Mâlikîler’e göre de bu konuda hüküm koşulan şarta göredir. Hanefîler çerçeveyi daha geniş tutarak küçük çocuklar, eşler, bekâr kızlar, kız kardeşler, halalar, teyzelerle anne ve büyükanneyi aile fertleri arasında saymışlardır. Aile fertleri kavramının kapsamı üzerinde ihtilâf eden âlimler, müste’menin kendi ülkesindeki malları ve ailesinin eman kapsamına girmediği hususunda ittifak halindedirler.
Akdin konusu müste’menin güvenliğinin temini olduğuna göre emanın, eman veren kimsenin mensup olduğu İslâm ülkesinde veya sınırdaki tampon bölgede verilmiş olması gerekir. Hukukçuların çoğunluğuna göre düşman ülkesinde (dâru’l-harp) esir, tacir, gezginci vb. sıfatlarla bulunan bir Müslüman’ın verdiği eman geçerli değildir. Ancak Hanbelîler ve bir rivayete göre de Şafiî yalnız ikrah altında verilen emanın geçersiz olacağını söylemişlerdir.
[60] Bakara sûresi, 2/126.
[62] Âl-i İmrân sûresi, 3/97.
[64] İbn Kayyim el-Cevziyye, 111,411-412.
[65] Buharî, Kefalet, 4; Menâkıbü’l-ensâr, 45.
[66] Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr, 45.
[68] Buharî, Cizye, 10; Ferâiz, 21; İ’tisam, 5.
[69] İbn Mâce, Diyât, 31; Ebû Dâvüd, Cihâd, 147.