FİRAR (Savaştan Kaçmak)

 

Savaştan kaçmak kötü bir günah ve büyük bir rezalet sayılır. Zira bu kaçış, değersiz bir hayatın ebedîyet ve zafere tercih edilmesi demektir. O, her türlü hakareti ve acı kelimeleri hak eden adî ve nefreti gerektiren bir bencilliktir. Savaştan kaçan kişi, korkunun gölgesi altında hayatını sürdürecek, içinde kendisini yiyip bitiren bir eziklik duygusu olduğu halde yaşayacaktır. Çünkü o, bu ayıbını insanlardan gizlese bile, içinden bir türlü atamayacak ve sürekli aklını ve kalbini meşgul edecektir. Eğer ayıbını itiraf etse, insanlar onu öyle hor ve hakir görecekler ki, diri iken ölü durumuna düşecek ve en acı bir şekilde cezalandırılacaktır. İslâm’ın temel kaynaklarına gidelim ve bu kötü günahtan nasıl bahsedildiğini görelim:

 

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

 

“Ey inananlar! İnkâr edenlerle toplu halde karşılaşırsanız, onlara arkalarınızı dönüp kaçmayın. Kim o gün savaşmak için bir tarafa çekilmek, ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını döner kaçarsa, o, Allah’tan bir gazaba uğrar, onun yeri cehennemdir. O ne kötü varılacak yerdir.!” [77]

 

Bu ayetlerden ikincisine bakan kimse, onun sadece âhiret tehdidi, cehennem ateşi ve kötü akıbete göreceğini bildirmekle yetinmediğini, bunun yanında savaştan kaçan kimsenin cehenneme ulaşıncaya kadar dünyada geçireceği günleri de kapsamına aldığını görür. Bu şahıs, savaştan kaçtığından beri Allah’ın gazabında yaşar olmakla nitelendirilmiştir ve bu kötü durumdan onu kurtaracak ve koruyacak kimse yoktur.

 

Hadis-i şeriflerde, savaştan kaçmak, büyük günahlar ve yedi helâk edici şey kapsamına sokulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

                      

“Üç şeyle birlikte yapılan amel fayda vermez: Allah’a ortak koşmak, anne-babaya isyan etmek ve savaş meydanından kaçmak.” [78]

 

“Helâk edici yedi şeyden kaçınınız!” dediler ki:

- Onlar nedir, ey Allah’ın Râsulü? Buyurdu ki:

 

“Allah’a ortak koşmak, haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymak, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, namuslu Müslüman kadınlara iftira etmek ve sihir (büyü) yapmak.” [79]

 

Rivayet edildiğine göre Hz. Ali (r.a.) savaştan önce oğlu Muhammed b. Hanefiyye’ye şöyle tavsiye de bulunurdu:

 

‘Ey oğlum, dağlar oynasın, sen oynama. Kelleni Allah’a iare (ödünç) ver!’

 

Yani dağlar yerinden oynasa ve kaçsa bile sen savaş alanından kaçma, başın ve hayatın Allah’a verilmiş ariyet olsun. Şehidlik, canını yaratanına vermenden başka bir şey değildir. Canın gideceği en hayırlı yer de yaratıcısıdır.

 

Firar, çok kötü bir hastalıktır. Bunun yanlışlığını şöyle açıklamak gerekir:

 

1-    Ölümden Kurtuluş Yoktur   

 

Savaşçı, savaş meydanından niçin kaçar? Cevap kesinlikle onun ölümden kaçtığı şeklinde olacaktır. Oysaki bu anlayış gülünçtür. Çünkü hiç kimsenin ölümden kaçmaya gücü yetmez. Zira ölüm her hayat sahibini eninde sonunda yakalayacak ve onu kuşatacaktır. Bundan dolayı Kur’an-ı Kerim’in insanlara düşünceleri yönünde hitap ettiğini ve ölümden kaçmanın ölecek kimseye hiçbir fayda sağlamayacağını uyardığını görüyoruz. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

 

“De ki: Ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, bu kaçış size hiçbir fayda sağlamayacaktır. (Eceliniz gelmemiş ise) o takdirde de, yaşatılacağınız süre çok değildir.

 

De ki: Allah size bir kötülük veya rahmet dilerse sizi Allah’tan kim kurtarabilir? Allah’ın haricinde ne bir dost ne de bir yardımcı bulamazsınız.” [80]

 

“De ki: Kaçmakta olduğunuz ölüm, muhakkak size kavuşacaktır. Sonra gizliyi ve açığı bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı haber verecektir.” [81]

 

“Nerede olursanız olun, ölüm size gelecektir. İsterseniz muhkem burçlarda  olun.” [82]

 

“Her nefis ölümü tadacaktır.” [83]

 

Zübeyr b. Avvâm (r.a.) ile Talha b. Ubeydullah (r.a.) Hz. Âişe (r.a.) ile birlikte başını çektikleri Cemel vakasında Zübeyr, yöneldiği işin hakikat olmadığına inandığından dolayı savaş meydanını terk etmişti. Dönerken Benî Temîm suyuna uğramıştı. Ahnef b. Kays onu gördü:

 

‘Zübeyr, bu iki orduyu topladı sonra onları karşı karşıya getirdi ve kendisi onları terk etti’ dedi. Bunun üzerine Ahnef’in meclisinde olan Amr b. Cürmüz ona karşı kinle doldu. Gizlice Zübeyr’e yetişti. Zübeyr istirahat etmek için bir ağacın altında oturup uyurken, Amr onu öldürdü. Böylece savaş meydanında savaşa devam eden binlerce kişiden önce, orayı terk eden Zübeyr ölmüş oldu.

 

Arap edebiyatı bu türden örneklerle doludur; Müslüman kahramanları harekete geçirmek, onların hamasî duygularını uyandırmak için bu tema çokça işlenmiştir: Abdullah b. Revâhâ savaş meydanında kendi nefsine şöyle sesleniyordu:

 

‘Ey nefsim! Eğer öldürülmezsen, nasıl olsa öleceksin.’

 

Katarî b. El-Fücâ’e ise savaş meydanlarına daldığında gerçek hayatı unutmamasını nefsine bildiriyor ve şöyle diyordu:

 

‘O nefse kahramanlardan bir ışık kümesi uçup gittiğinde diyorum ki, yazıklar olsun sen onları gözetmeyeceksin.

 

Sana biçilen ecelden bir gün daha fazla dünyada kalmak istesen elbette sana izin verilmeyecektir.

 

Sabret ölüm meydanında sabret, nasıl olsa ebedîliğe erişemezsin.’

 

2-    Yaşama Hakkı, Kaçmanın Değil İleri Atılmanın Hibesidir

 

Birçok cahil kimse, kaçmanın hayatı garanti ettiğini sanır ve kurtulmak için savaş meydanından kaçar. Gerçekte hayatı garanti eden, düşmana karşı koymak, savaşmaktır ve yaşama hakkını hibe eden ileri atılmaktır.

 

Savaştan kaçmak, zaaf göstermek ve geri kalmak ise ölümün vasıtalarıdır. Çoğu kere savaştan kaçan, karşılaştığında onu yeneceği korkak bir kimsenin okuyla yere yıkılır. Bundan dolayı Hz. Ebu Bekir (r.a.) askerleri için bir prensip koymuştu; o da şu idi:

 

‘Ölümü çok iste ki, sana hayat bahşetsin.’

 

Yezid b. El-Mühelleb bu hususta şöyle diyordu:

 

‘Hayat bulmak için savaştan geri kaldım, ama ileri atılmak gibi kendime bir hayat bulamadım.’

 

Tarih birçok savaşta kaydetmiştir ki, ölüm korkusuyla savaştan kaçarken ölenler, kahramanca savaşarak ölenlerden daha çok olmuştur. Bu gayet açıktır. Savaştan kaçmak; düşmana, hiçbir zayiat vermemeden kaçanları biçme fırsatı vermektedir. Çünkü bu durumda düşman hep vurmakta, fakat kendisine vurulmamaktadır. Düşmana karşı koyma halinde ise isterse düşman tarafı ağır bassın zayiat daha az olacaktır.

 

3-     Ölümden Daha Acı Şeyler de Vardır 

 

Savaştan kaçan ölümden kurtulabilir mi? Vah! Vah! O böyle bir hayatın ölümden daha katı ve acı olduğunu unutuyor. Şair şöyle der:

 

‘Ya dostu sevindiren bir hayat, ya da düşmanı üzen bir ölüm.’

 

İslâm savaşlarının birinde ilk başta galibiyet düşman tarafındaydı. Müslüman ordusunda annesinin biricik oğlu olan bir mücahit vardı. O esnada annesini hatırladı, zayıflık gösterdi ve dünya hayatını tercih ederek annesine döndü. Mağlubiyet haberi yayıldı, anneler evlatlarının akıbetini düşünmekteydiler. O esnada tek oğlu olan bu kadın, birden savaştan kaçan oğlunu gördü. Oğul, annesinin kendisine kavuşmasıyla sevineceğini zannediyordu. Fakat anne, oğlunun gözünden kaçtığını anlayınca şöyle bağırdı:

 

‘Savaştan kaçana anne olamam! Savaştan kaçana anne olamam! Evimde rezil rüsvay olarak yaşamanı isteyemem. Sen git bana başın gelsin ya da şerefinle başın dik olarak dön!’

 

Bunun üzerine oğul, ölümü isteyerek savaş meydanına geri döndü korkmadan çarpışmaya başladı. Kahramanlık Müslüman askerleri gayrete getirdi. Bir araya toplandılar, neticede savaşın çehresi değişti ve Müslümanlar zafere erişti. Sonunda bu çocuk başı dik olarak annesine döndü, annesi onu karşıladı ve:

 

‘Şimdi sen benim oğlumsun’ diyerek onu kucakladı ve öpmeye başladı.

 

Savaştan kaçmaya belirli bir ölçü koyan ve İbn-i Abbas (r.a.)’ın temsil ettiği bir görüş vardır. O şöyle diyor:

“Eğer sizden sabreden yirmi kişi olursa (kâfirlerden) iki yüz kişiye galip gelir.” [84] Ayet-i kerimesi inince bir kişinin on kişiden kaçmaması gerekiyordu ve on ya da daha az kişiden kaçmak firar sayılıyor; ondan daha çok kişiden kaçmak ise firar sayılmıyordu. “Şimdi Allah sizden hafifletti ve sizde bir zayıflığın olduğunu gördü. Eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiye galip gelir…” [85] Ayeti inince, bir kişinin iki kişiye karşılık sabretmesi gerekti.

 

İbn Abbas (r.a.) diyor ki:

‘İki kişiden kaçan firar etmiş sayılır. Üç kişiden kaçan ise, firar etmiş sayılmaz.’ [86]

 

İbni Rüşd, İbni Abbas’ın görüşünü kabul eder ve kaçmanın caiz olmadığı adedin ‘iki katı’ olduğu [87] sonucuna varır. [88]

 

Fakat araştırmacıların çoğu bu görüşte değildirler. Onlar savaştan evvel sayı hakkında düşünülebileceğini, fakat savaş başlayınca ya zafer ya da şehitlikten birisine ulaşmak için savaş meydanında sebat göstermek gerekeceğini savunurlar. Bunun en açık delili Huneyn savaşında meydana gelen hadisedir. Malik b. Avf, Müslümanlar henüz savaşa hazırlıklı olmadan dar bir geçidi geçmekte oldukları sırada ansızın dağların tepesinden mancınıklarla onların üzerine sağanak halde taş yağdırmış, oka tutmuştu. Bu ‘ani şaşkınlık’ karşısında hiç kimse, bir diğerini görmeden geri dönmüş, darmadağınık olmuşlar, kaçmaya başlamışlardı. [89] Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.), yüce bir dağ gibi kaçma ve firar nedir bilmeksizin orada durdu, O’nunla beraber Ensar ve Muhacirlerden bir grup da durdu, düşmanla savaşmaya devam ettiler. Sonunda ani şaşkınlık sonucunda kaçan kimseler de gelip onlara katıldı. Eğer böyle bir durumda savaştan kaçmak mübah olsaydı, bunlar kendilerinden sayıca ve hazırlıkça onlarca kat fazla olan bir adet karşısında durmazlardı.

 

Mute savaşında Müslümanlar Gassân ve Bizans askerleri ile karşı karşıya geldi. Müslümanların sayısı üç bin iken, düşman iki yüz bin kişi idi. Müslümanlar savaştan önce sayıdaki bu büyük farkı görünce istişare etmeye başladılar. Bir kısmı şöyle dedi:

 

‘Hz. Peygamber (s.a.v.)’e mektup yazıp düşmanın sayısını bildirelim, ya bize takviye asker gönderir, ya da bize ne yapmamız gerektiğini emreder, biz de onu yaparız.’

 

Abdullah b. Revâhâ (r.a.) ise şöyle dedi:

 

‘Ey topluluk! Biz insanlarla sayı ve kuvvetle savaşmıyoruz; onlarla Allah’ın bize bahşettiği din ile savaşıyoruz. Yürüyün! Nasıl olsa iki güzellikten birisi vardır; ya zafer ya şehitlik.’

 

Bu savaşta Müslümanların ordusu büyük bir kahramanlıkla savaştı. Ordu komutanı Zeyd b. Hâris (r.a.) şehid oldu. Bundan sonra sancağı Abdullah b. Revâhâ (r.a.) aldı, o da şehid olunca Ebu Tâlib’in oğlu Ca’fer (r.a) aldı, o da şehid olunca, savaşın devam etmesi halinde ordunun boşu boşuna yok olacağını anlayan Halid b. Velid (r.a.) idareyi aldı ve büyük bir maharetle geri çekildi. Ordusunun arka tarafından büyük bir toz kaldırmıştı. Bizans ordusu zannetti ki Medine’den büyük bir yaldım geldi ve bu yüzden geri geri çekilen Müslüman ordusunu takip etmedi. [90]

 

Ordunun geri çekilme sebebi, daha iyi hazırlanıp, bu savaşta şehit olanların öcünü almak ve Bizans ordusuna karşılık verebilmekti. Görebildiğimiz kadarıyla İslâm, sadece bu çeşit geri çekilmeye izin vermiştir. Bununla birlikte Müslümanlar, Hz. Halid (r.a.) ve ordusunun savaştan geri çekilmesini affetmeyip onlara şöyle bağırdılar:

 

‘Ey firarîler! Allah yolundan kaçtınız ha!’ Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) onları mazur gördü ve gelecekte onlardan hayırlar umarak şöyle buyurdu:

 

“Onlar firarî değillerdir. Allah’ın izniyle onlar aksine atağa kalkmış hücum erleridir.”

 

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in onları mazur görmesine rağmen Hz. Halid (r.a.) ile beraber geri çekilenler, bu geri çekilmeden dolayı utanç duyuyorlar ve insanların yüzlerine bakamıyorlardı.

 

Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hanımı Ümmü Seleme (r.a.), Seleme b. Hişâm Muğire’nin hanımına şöyle dedi:

 

- Seleme’nin Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Müslümanlarla beraber namaza geldiğini neden görmüyorum? O da şöyle cevap verdi:

 

- İnsanların ‘Ey firarîler! Allah yolundan kaçtınız ha! Şeklindeki sözlerini duyduğundan beri dışarı çıkamıyor. Evinde oturup dışarı çıkmamayı tercih ediyor. [91]

 

Düşünmek gerekir ki, Mute savaşı hicretin sekizinci yılında yani biraz önce sunduğumuz sayı bildiren ayetleri içeren Enfâl Sûresinin inişinden altı sene kadar sonra meydana gelmiştir. Bu savaşta bir Müslüman asker, yetmiş kadar Bizans ve Gassanî askeriyle karşı karşıya gelmiş oluyordu. Yapılan iş, tabiî taktik gereği bir geri çekilmeydi ve savaştan kaçış değildi. Buna rağmen Müslümanlar bunu iyi karşılamadılar. Geri çekilenleri ayıplamaya başladılar. Eğer sayı dikkate alınacak olsaydı Müslüman askerler Mute’de bu duruma düşmezlerdi.

 

Bu konuda en ince değerlendirmeyi yapan ve birçok yönleriyle meseleyi ele alan belki de İbn Hazm’dır. Şimdi onun görüşüne başvuralım. İbn Hazm şöyle diyor:

 

‘Bir Müslüman’ın bir ve daha fazla müşrikten kaçması helâl değildir. Ancak, eğer geri dönmekle bir Müslüman birliğine katılmak veya tekrar hücuma geçme niyetinde ise o zaman çekilmesi helâl olur. Ama niyeti sırf geri dönüp kaçmaksa, o kimse şu ayete göre fasıktır. Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

 

“Ey iman edenler! Kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı çevirip kaçmayın!” [92]

 

Bir grup ise şöyle demiştir:

 

‘Bir Müslüman’ın, üç ve üçten daha fazla müşrikten kaçması helâldir. Bunlar, Enfâl sûresindeki ayeti ve İbn Abbâs (r.a.)’ın ayet hakkındaki yorumunu delil göstermişlerdir. Bu görüş yanlıştır. İbn Abbas (r.a.)’ın hiçbir delili yoktur. Açık olan delil, Allah’ın kitabında ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sözünde bulunur. Hafifletme getiren ayette belirtilen sayıdaki müşrikten kaçmaya izin veren hiçbir delil yoktur. Ayette sadece şu vardır: Allah Teâla, bizde bir zayıflık gördü ve bizden yükümüzü hafifletti. Ve yine ayette şu vardır: Bizden sabırlı yüz kişi olursa kâfirlerden iki yüz kişiye galip gelir, eğer bizden bin kişi olursa Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelir. Bu bir gerçektir. Burada asla yüz kişinin iki yüzden daha fazla kişiye, bin kişinin de iki binden daha fazla kişiye galip gelemeyeceğine dair bir delâlet yoktur.

 

Ayette böyle bir şeyin olduğunu iddia eden, batıl bir şeyi iddia etmiş ve hakkında ne delil, ne nass, ne de işaret olmayan bir davada bulunmuş olur. Kaldı ki Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

 

“Nice az topluluk Allah’ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” [93]

 

Buradan da ortaya çıkmaktadır ki, onların görüşü delilsizdir. Onlara soruyoruz. Atlı, silahlı ve güçlü bir kahraman, silahsız veya güçsüz üç kişiyle karşılaşsa onlardan kaçması mı gerekir? Eğer ‘evet’ derlerse bu, Allah’ın, müminlerin ve sağduyu sahiplerinin kerih gördüğü bir felâket olur. Eğer ‘hayır’ derlerse, ilk söylediklerini bozmuş olurlar. İbn Hazm, Hz. Ömer (r.a.)’den şu sözü nakleder:

 

‘Düşmanla karşılaştığınız zaman kaçmayın.’

 

Hz. Ali (r.a.) ve İbn Ömer (r.a.)’den de şöyle dediklerini nakleder:

 

‘Savaştan kaçmak büyük günahlardandır.

Onlar bunu söylerlerken hiçbir sayıyla sınırlamamışlardır.’ [94]

 

Şunu da ifade edelim ki, savaş ve İslâm fetihleri tarihi kaydetmiştir ki, Müslümanlar daima sayı ve mühimmatça daha çok olan düşman ordularıyla karşılamışlardır. Ama hiçbir zaman savaştan kaçtıkları bilinmemektedir. Çünkü onlar iki güzellikten birisi; yani ya zafer ya da şehitlik için savaşıyorlardı. Şehitlik şerefi, savaştan kaçan ve geride kalan kimselerin ölümü ile hiçbir zaman kıyas edilemeyecek zirve bir makamdır. Ona ulaşan ebedîleşir ve güzel bir nam bırakır, ahirette akıbeti iyi olur. Firarî ise dünyada kötü olarak anılır, ahirette gideceği yer de cehennemdir.



[77] Enfâl sûresi, 8/15-16.

[78] Buhârî, Hudûd, 44; Müslim, İmân, 144; Nesâî, Tahrîm, 3.

[79] Buhârî, Cihâdasâyâ, 23; Müslim, İmân, 144.

[80] Ahzâb sûresi, 33/16-17.

[81] Cuma sûresi, 62/8.

[82] Nisâ sûresi, 4/77.

[83] Âl-i İmrân sûresi, 3/185.

[84] Enfâl sûresi, 8/56.

[85] Enfâl sûresi, 8/56.

[86] Şevkânî, Neylü’l-evtar 7/152.

[87] İmam Mâlik, “iki kat” üstünlüğü sayısal üstünlük olarak değerlendirmez. 

[88] İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, 1/398.

[89] İbn Hişâm, 2/289.

[90] İbn Hişâm, 2/258; İbn Kayyım, Zâdu’l-meâd, 2/155-156.

[91] İbn Hişâm, 2/260.

[92] Bakara sûresi, 2/249.

[93] Enfâl sûresi, 8/15.

[94] El-Muhallâ, 7/192.